Yönetmenlerin kötü dönemleri
Lumet'in son filmi ‘Before The Devil Knows You’re Dead’ yönetmenin eski ışıltılı günlerinin filmlerinin etkisini yaratmaktan uzaktı, Pakula’nın son filmi kariyerine hiç yakışmayan bir şekilde sonuçlandı, Pollack'ın son filmlerinde yönetmenin anlatımı ‘yumuşamaya’, ‘sıradanlaşmaya’ ve söyleyecek şeyleri ‘tükenmeye’ başlamıştı...
Büyük yönetmenler de yaşlanıyor… Zamanında birçok büyük film hatta başyapıt yaratmış Sidney Lumet, Sydney Pollack ve elim bir trafik kazasıyla aramızdan ayrılmış Alan J. Pakula gibi yönetmenler genelde kariyerlerinin sonlarına doğru form düşüklüğü yaşadılar. Bu isimlerden bazıları bu ‘hatalı’ adımları kısa sürede onardılar, bazılarının belli bir süredir bu kötü gidişin önüne geçemediğini gözlemliyoruz ve bir diğer grubun ise ne yazık ki hayatları kendilerine yakışan bir filmle veda etmelerine imkan vermedi…
Tabii ki bir filmin başarılı bulunması veya bulunmaması tamamen kişisel bir yargıdır ve vereceğimiz örneklerin hepsi de tamamen başarısız filmler değil… Ancak yine de isimlere ve onların önceden yarattıkları yapımlara bakınca, bu filmlerin onların filmografilerinde önemli bir yer tutmayacakları da yadsınamaz bir gerçek gibi duruyor…
Listemiz göreceli olarak yeni bir liste çünkü eski ustaların filmlerinden böyle bir seçki yapmak hem riskli, hem tartışmaya açık hem de açıkçası ‘zor’ bir iş... Örneğin Stanley Kubrick’in veya Hitchcock’un hangi filminin diğerlerinden daha zayıf olduğu söylenebilir? Öyle bile olsa bu filmlerin başarısız olduğunu söylemek sanırız oldukça abartılı olur…
SIDNEY LUMET’İN SÖNÜŞÜ
2011 yılında aramızdan ayrılan usta yönetmen Sidney Lumet, kariyerinin başlarında birçok televizyon dizisi yönettikten sonra her sinemaseverin aklına kazınan ’12 Öfkeli Adam’ (1957), ‘Serpico’ (1973), ‘Köpeklerin Günü’ (1975), ‘Network’ (1976) ve ‘The Verdict’ (1982) gibi başyapıt mertebesine ulaşmış filmler yarattı. Ne yazık ki yönetmenin filmlerinin seviyesi 90’lı yılların başıyla düşmeye başladı ve önümüze belki birer fiyasko olmayan ancak orta halli, genelde vasatı pek aşamayan, sadece oyalayıcı diyebileceğimiz ‘Family Business’ (1989), ‘A Stranger Among Us' (1992) veya ‘Guilty As Sin’ (1993) gibi yapımlar gelmeye başladı. ‘Gloria’ filminin başarısız ‘remake’i de Sharon Stone’nun varlığına rağmen durumu düzeltmedi ve yönetmenin son filmi ‘Before The Devil Knows You’re Dead’ (2007) bu filmlerin bir ‘tık’ üstünde olsa da, Lumet’in eski ışıltılı günlerinin filmlerinin etkisini yaratmaktan uzaktı. Tabii ki bu durum yönetmenin sinema dünyasına eşsiz filmler armağan ettiği gerçeğini değiştirmez…
ZAMANSIZ AYRILAN ALAN J. PAKULA
Alan Pakula, elim bir trafik kazasıyla aramızdan ayrılmadan önce tam 16 film yönetti ve bunların bazıları türlerinin en iyi örnekleri arasına girdiler. İlk büyük çıkışını ‘Klute’ filmiyle yapan yönetmen ardından ‘All The President’s Men’ (1976), ‘Sophie’s Choice’ (1982) ve ‘Presumed Innocent’ (1990) gibi çok sağlam filmler yarattı ama onun da 90’lı yıllardan sonra çektiği filmler aynı başarıyı yakalayamadı. ‘Consenting Adults’ (1992) sıradan bir ‘aile gerilimi’, ‘The Pelican Brief’ (1993) eskilerini aratan bir ‘politik’ suç filmi, son filmi ‘The Devil’s Own’ (1997) ise Harrison Ford ve Brad Pitt’in varlığına rağmen vasatı aşamayan bir polisiye filmdi. Filmi başta Bryan Singer yönetecekti, ancak o dönem filmin asıl yıldızı ve yönetmenin seçiminde söz sahibi olan Ford, daha önce çalıştığı Pakula’yı seçti. Ancak başrollerdeki iki oyuncu hiç anlaşamadılar, çekimler olaylı geçti ve film, Pakula’nın kariyerine ve ‘veda’ filmine hiç yakışmayan bir şekilde sonuçlandı.
LAS VEGAS PAUL VERHOEVEN’A YARAMADI!
Hollandalı büyük yönetmen Paul Verhoeven bütün dünyada ‘şok’ etkisi yaratan ‘Basic Instinct’ filminden sonra kamerasını Las Vegas’ın ışıltılı, görkemli ama bir o kadar da ‘çürümüş’ dünyasına çevirdi ve ‘Showgirls’ (1995) adındaki filminin başrolünü o zamana kadar pek tanınmayan Elisabeth Berkley’e teslim etti. (Başta Drew Barrymore düşünülmüştü!) Yönetmen, fetiş konuları olan ‘seks’ ve ‘iktidar’ temalarına sarılıyor ve Las Vegas bunun için en iyi ortam gibi görünüyordu. Üstelik bu kadar iddialı bir filmin Berkley’i, Sharon Stone gibi yıldız mertebesine yükseltmesi bekleniyordu ama sonuç tam bir fiyasko oldu. Hem Berkley’in daha önce oynadığı gençlik dizilerini andıran ‘zorlama’ performansı hem de filmde mekanik ‘kokan’ hikaye akışı son derece başarısız bir sonuç verdi. Neyse ki yönetmen daha sonra kariyerine hızla devam etti ve tekrar oldukça başarılı filmlere imza attı.
MARTIN CAMPBELL’E YEŞİL DARBE!
Heyecanla beklenen ‘Green Lantern’ (2011) uyarlaması açıklandığında hem eleştirmenlerin hem de ‘süper kahramanın’ hayranlarının içinde bir heyecan dalgası başladı. Filmin dümeninde belli bir kariyer sahibi ve oldukça başarılı iki James Bond filmi ve ‘Zorro’ uyarlamaları çekmiş Martin Campbell vardı ve ana kahramanı oynayacak olan Ryan Reynolds sanki bu rol için doğmuş gibi duruyordu. Heyecanla yüksek düzey bir ‘Yeşil Fener’ uyarlaması beklerken sonuç gelince herkes (Bir Fransız eleştirmenin deyimiyle) utançtan ‘yemyeşil’ oldu! (Biz mosmor derdik herhalde!) ‘Eksiklik’, ‘sahtelik’ ve ‘yetersizlik’ filmin her tarafından akıyordu ve sonuç tam bir fiyaskoydu. Öyle ki kariyeri ciddi bir darbe alan Ryan Reynolds ‘Deadpool’ (2016) filmine kadar durumu düzeltemedi. Yönetmenin ise herhalde bir an önce unutmak istediği bir film oldu.
SYDNEY POLLACK’A NE OLDU?
Sydney Pollack da zamanında ‘Atları da Vururlar’ (1969), ‘Jeremiah Johnson’ (1972), ‘Akbabanın Üç Günü’ (1975), ‘Tootsie’ (1982) ve ‘Out Of Africa’ (1985) gibi unutulmaz filmler çekmiş bir yönetmendi. Ancak Pollack, 1993 yılında çektiği ‘The Firm’ ile başlayarak art arda sönük, sıradan ve ‘orta karar’ filmler sunmaya başladı. Bu filmlerin bazıları çok başarılı olmak için birçok şeye sahipti: Ünlü ve yetenekli oyuncular, sürükleyici olabilecek bir senaryo ve birçok olanak sağlayan ciddi bir bütçe… Ama ne ‘The Firm’ ne de sonrasından gelen ‘Sabrina’(1995), ‘Random Hearts’ (1999) ve ‘The Interpreter’ (2005) beklenen etkiyi yaratmadı. Sanki yönetmenin anlatımı ‘yumuşamaya’, ‘sıradanlaşmaya’ ve söyleyecek şeyleri ‘tükenmeye’ başlamıştı. Pollack aramızdan 2008'de ayrılana kadar Belgesel filmler çekti ve arkadaşlarının filmlerinde 'konuk oyunculuk ' yaptı.
MILOS FORMAN’DAN BEKLENİLMEYEN HATA
Çek asıllı usta yönetmen Milos Forman, özellikle Amerika’da çektiği filmlerle başyapıtlara imza atmış bir isimdi. Forman’ın yönettiği ‘Guguk Kuşu’ (1975)ve ‘Amadeus’ (1984) gibi filmler, herhalde çoktan sinema tarihindeki yerlerini almışlardır. Yönetmen daha sonra 1996’da ‘People vs Larry Flynt’ adında çok başarılı otobiyografik bir filmle ve 1999 yılında Jim Carrey’i alışılmış komedi yeteneklerinin çok dışında kullandığı ‘Man On The Moon’ filmiyle çarpıcı yapıtlar vermeye devam etti. Ancak bizi asıl olumsuz anlamda şaşırtan, özellikle dönem filmlerinde eşsiz bir bakış taşıyan bu usta yönetmenin tam yedi sene sonra çektiği ‘Goya’nın Hayaletleri’nin nasıl bu kadar kötü bir film olabildiğiydi. Birçok sinemasever bu kadar tarihi bir figürü anlatan bir filmin dümeninde Milos Forman ve oyuncu kadrosunda Javier Bardem ve Natalie Portman gibi isimleri duyunca herhalde bir başyapıt daha bekliyordu ancak sonuç tabiri caizse tam olarak ‘Duvara toslamaydı!’. Yine de sonuç olarak Forman da sinema tarihine unutulmaz filmler hediye etmiş olarak geçen sene aramızdan ayrıldı!
LEE TAMAHORI’NİN İYİ BAŞLANGICI SEKTEYE UĞRADI!
Yeni Zelandalı yönetmen Lee Tamahori aslında tanınmış olmasına rağmen daha önce saydığımız isimler kadar büyük bir isim değil. Yönetmenin ilk uzun metrajlı sinema filmi ‘Bir Zamanlar Savaşçıydık’ (1994) özellikle yurt dışında oldukça beğenildi ve dikkat çekti. Yönetmen alt sosyal tabakaya ait bir ailenin irdelemesini yapıyor ve aynı zamanda hayatlarında çatlaklar veren karakterleri etkileyici bir dille beyaz perdeye taşıyordu. Filmde mizah, dram, sevinç kısaca başarılı bir sinema filminden beklediğimiz her şey bize sunulmuştu. Doğal olarak yönetmenin sonraki filmini sabırsızlıkla beklerken, Tamahori birbirinden kötü iki filmle kariyerine devam etti. Hem 1996 yılında çektiği ‘Mulholland Falls’, hem de 1997 yılında çektiği ‘The Edge’, etkileyici oyuncu kadrolarına rağmen gerçekten çok kötü filmlerdi! Yönetmenin kariyerinden kuşku duymaya başlamışken 2002 yılında çektiği James Bond filmi (Die Another Day) durumu biraz düzeltti ancak bu filmden beri de yönetmenin çok üst düzey filmler sunduğu pek söylenemez!
Gözümüze çarpan son isimler olarak son filmi ‘Happy End’le bizce önceki filmlerinin gerisinde kalan usta yönetmen Michael Haneke’yi ve 2010’da çektiği son uzun metrajlı sinema filmi ‘The Ward’la eski filmlerini aratan John Carpenter’ı sayabiliriz…