Militarizm: Bir yönetim zihniyeti
Aslında AKP’nin yerli ve milli olma ilkeleri çerçevesinde işlettiği ve ulusalcılarla beraber “emperyalizme direniş” görüntüsü kazandırmaya çalıştığı bu düzen, küresel savaş yönetiminin Türkiye koşullarına uyarlanmış halinden başka bir şey değil. Söz konusu koşulları, savaşın savaşın kalıcı bir duruma dönüştüğü bir dünyada insanlar arasındaki ilişkileri, savaş ve barış arasındaki ayrımın belirsizleştiği eşikte tutma durumu şeklinde özetleyebiliriz.
Türkiye’de siyaset 7 Haziran seçimlerinin ardından güvenlik politikalarının etkisi altında. İçeride ve dışarıda yürütülen askeri harekatların etkisi, seçimlerden eğitime, televizyon dizilerinden gündelik alışverişe kadar her alana nüfuz etmiş durumda. Söz konusu politikalar farklı siyasi öznelerin yollarının kesiştiği her mecrada, insanları bölen ve ilişkilerini düzenleyen bir güç olarak karşımıza çıkıyor.
Toplumun bu şekilde gerilmesini, iktidara müzahir yazarlar tahmin edileceği üzere dünyanın genel gidişiyle açıklamayı seviyorlar. Söylendiğine göre bir zamanlar müttefikimiz olan Batılı güçler, artık bizi parçalamak için içeride ve dışarıda birçok hain planı uygulamaya koymuş durumda. Gezi isyanı, 15-17 Aralık süreci, 15 Temmuz darbe girişimi, Kürt sorunuyla ilgili bölgesel gelişmeler aslında adım adım uygulanmakta olan bu planın birer parçası. Türkiye’yse Erdoğan’ın feraseti ve cesareti sayesinde tüm bu tuzakları boşa çıkaran, planları uygulanamaz hale getiren adımlarla karşılık veriyor. Abdülhamit devrinden kalma mekanik ve yüzeysel bir “denge siyaseti”, onun dehasının kanıtı olarak ortaya konuyor.
Oysa bu mekanik anlayış, ardında daha esnek olan ve derinden iş gören bir siyasi rejim anlayışını saklıyor. Bu yeni rejimi yürürlükte olan küresel savaş aygıtının yarattığı dalgaların Türkiye’deki yansıması olarak görmek bana en doğru yaklaşımmış gibi görünüyor. Zira siyasal yaşamın merkezindeki gerilim alanlarından olan asker ile sivil, iktidar ile muhalefet ve en genel şekliyle yöneten ile yönetilen ilişiklerinin odağına adı konmamış bu savaş halinin yerleştirildiğini görüyoruz. Bazen “beka siyaseti”, bazen “olağanüstü hal”, bazen “medeniyet çınarı” adı verilse de her durumda karşımıza bir savaş sürecinde olduğumuza dair bu kurgu çıkarılıyor. Aslında AKP’nin yerli ve milli olma ilkeleri çerçevesinde işlettiği ve ulusalcılarla beraber “emperyalizme direniş” görüntüsü kazandırmaya çalıştığı bu düzen, küresel savaş yönetiminin Türkiye koşullarına uyarlanmış halinden başka bir şey değil. Söz konusu koşulları, savaşın savaşın kalıcı bir duruma dönüştüğü bir dünyada insanlar arasındaki ilişkileri, savaş ve barış arasındaki ayrımın belirsizleştiği eşikte tutma durumu şeklinde özetleyebiliriz.
Savaş ve barışın eşiğinde durma halini anlayabilmek için sosyal tarih literatüründen biraz yardım almakta yarar var. Sosyal tarih düşünürü Michael Mann, “savaş ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir bir sosyal faaliyet” biçiminde yürütmeyi militarizm olarak adlandırır. Böyle bir adlandırma, savaş rejiminin açığa çıkardığı çok sayıda ve farklı nitelikte meseleyi militarizm başlığı altında toparlamamıza olanak tanır. Dahası güncel hak taleplerinin ve demokrasi mücadelesinin ön koşulunun militarizmin eleştirisi olduğunu da görmemizi sağlar. Fakat esaslı bir militarizm eleştirisi yapabilmek için, askerlik ve savaş arasındaki ilişkinin bu tanımda göründüğünden daha karmaşık olabileceğine dikkat etmemizde yarar var. Elbette ki savaşın taraflar arasındaki uzlaşmazlıkları çözmenin “askeri yolu” olduğu tartışmasız bir şekilde doğrudur. Gel gelelim savaş ve askerliğin tarihi oldukça geriye uzanırken bir kavram ve bir öğreti olarak militarizmin tarihi on dokuzuncu yüzyıldan daha eskiye gitmemektedir. Tarih boyunca savaşı normal ve arzu edilebilir bulan birçok topluluk veya devlet olsa da, bu oluşumları militarist olarak değerlendirmek bana doğru görünmemektedir. Çünkü savaş ve askerliğin tarihsel bakımdan militarizmden daha köklü olduğuna inanıyorum.
Bu konuda şimdilik militarizmin uluslaşma, zorunlu askerlik ve topyekun savaş formunun bir araya geldiği modern çağda mümkün hale gelebildiğini söylemekle yetinelim. Ancak yine de, çağdaş bir öğreti olarak militarizmin savaş veya savaş tehlikesine her zaman vurgu yaptığı gerçeği apaçık önümüzde durmaktadır. Söz konusu vurgu, bazı durumlarda toplumu bilfiil savaşa sokma biçimini alsa da, savaş ile militarizm arasındaki ilişkinin araçsal olduğunu hiçbir şekilde gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü siyasi faaliyetin militarist yolu ile askeri yolunu ayıran en önemli ölçütü tam olarak burada buluruz. Zira militarizm belirli strateji ve taktiklerden oluşan bir savaş doktrini değil, toplumun yönetimine talip olan bir siyasi ideolojidir. Ordu, militarist ideolojinin yönetim idealini, belki de fetişini, temsil ettiği için bu ayrıma pek fazla dikkat etmeyiz. Ne var ki ordunun amaç ve hedefinin savaş olduğu açık olsa da, militarizmin amacının orduyu savaşa sokmak değil, savaşı yönetim üzerindeki hakkını meşrulaştıracak bir araç olarak kullanmak olduğu söylenmelidir. Burada hedef, orduyu bir bütün halinde tutan ve devindiren askeri disiplinin, yani emir ve komuta zinciri üzerinden itaat üretiminin, çoğulcu demokrasinin esası olan siyasi uzlaşmazlıkları rıza yoluyla çözmenin yerine geçirilmesidir. Siyaseten önem taşıyan konuları “milli menfaat”, “vatan müdafaası” gibi argümanlarla siyasi tartışma alanının üstüne çıkardığınız her durumda, aslında adı geçen emir ve itaat modelini de devreye sokmuş olursunuz.
Tüm bunlar bize askeri bir militarizm kadar bir sivil militarizmin de mümkün olabileceğini göstermektedir. Militarizmin Türkiye’deki ana akım eleştirisinin yüzeyselliği kendini asker ve sivil karşıtlığıyla sınırlamış olmasında ele verir. Bu bağlamda askeri militarizmin en uç dışa vurumu olan darbe tartışmasına dikkat etmek açıklayıcı olabilir. İktidar bize yönetimin normalleşmesi, yani hukuk devleti ve demokrasi ölçütlerine uygun işlemesi için, askerin siyasete müdahalesinin önüne geçmenin yeterli olduğunu vaz ediyor. Oysa askeri müdahalede siyaset açısından yıkıcı olan esas tarafı, yani darbelerin militarist ideolojiyle olan bağını görünmez kılıyor. Konuya bu açıdan bakıldığında, asker olmayan kişilerce siyasete taşınan ve uygulamaya konan militarist dünya görüşünün de askeri bir yönetimden esas olarak çok farklı olmayacağı söylenebilir. Çünkü askerlikte ayırt edici olan yanı, yani tutkuları ateşlemek yoluyla itaat üreten disiplini, militarizm yoluyla toplumun bütününü etkileyen ve genele yayan bir karakter kazanır.
Bu özdeşliği görmek için, günümüzün savaş rejimi düzleminde militarist tutumun nasıl etkili olduğuna bakmak yeterlidir. Her iki militarizm biçiminde de savaş, bir meşruiyet yaratmak için, gerekli olduğu durumlarda ve gerekli olduğu ölçüde “arzu edilir” bir şeydir. Rus Grand Dükü Konstantin Pavloviç’in “Savaştan nefret ediyorum, çünkü orduları tahrip eder” diye yakındığı söylenir. Birçok savaşa katılmış bir general olan Pavloviç’in ruh hali, militarizmi besleyen nesnenin fetiş karakterini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Militarist, ordu tahrip edilsin veya yok olacağı bir felaketin içine sürüklensin diye değil, mükemmelleştirilsin ve mümkünse toplumun bütününü için ideal bir model olsun diye savaş ister. Bu amacı aşan veya ölçünün kaçtığı durumlar, bir kural olarak militarist yönetimlerin sonunu getirmiştir. Militarist yönetimlerin askeri biçimleri, yirminci yüzyıldan itibaren sık görüldüğü şekliyle, askeri darbelerden beslenir. Ancak savaş hiçbir zaman askeri yönetimlere yaramamıştır. Bunun tipik örneklerini Kıbrıs’taki savaşın Yunan cuntasını, Falkland savaşınının Arjantin’deki cuntanın devrilmesine yol açmasında görebiliyoruz. Bizim tarihe baktığımızda 1911 Trablusgarp savaşının İT’nin iktidarında yol açtığı tahribatı örnek verebiliriz. Bu nedenlerden ötürü, 12 Eylülcüler içeride en hamasi milliyetçilik nutukları attıkları günlerde, Yunanistan’a Ege’deki adalar ve kıta sahanlığı konusunda taviz vermekte tereddüt etmemiştir.
İçinde yaşadığımız çağda, derinlikli bir barış talebi ve adına layık bir savaş karşıtlığı mutlaka savaş, askerlik ve siyaset arasındaki bu çapraşık ilişkileri dikkate almak zorundadır. Aynı durum Türkiye’de siyasetin demokratikleşmesi açısından da büyük bir önem taşımaktadır. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun muhalefet adına savaşa evet derken, “Türk askerini korumak için buna ihtiyaç duyduğunu” beyan etmesi, Pavloviç’in militarist mantığı dışındaki bir ölçüye vurulamayacak bir anlayışı temsil etmektedir. Gerektiği durumlarda ve gerektiği ölçüde savaşı, itaat üretmek ve toplumu disiplin altına almak için kullanan AKP ve müttefikleri, milli menfaat veya vatanseverlik adına davranan muhalifleri, ne kadar “sivil” olursa olsun, militarist bir ideolojinin taşıyıcısı olmaktan öteye geçemezler. Burada bizi bekleyen belki de en hayati soruyu sorarak tartışmayı noktalayabiliriz: Gerçekten anti-militarist olmayan bir güç, darbe karşıtı olabilir mi?
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI