Hangi ortak vatan?
Behlül Özkan’ın kitabından Osmanlı çatırdarken, ileriye kaçışın ve kurtuluşun yollarının dönemin aydınları ve askeri/sivil yöneticileri tarafından bugün geriye baktığımızda bizim belirgin biçimde gördüğümüz ayrıntılar neyse, hepsini enine boyuna içerecek biçimde tartışıldığını öğreniyoruz. Bir başka deyişle, o devasa alt-üst oluşun sonucunun yani bugünkü vatanın, biraz da başka türlüsü olamayacağı için (de) 1923’teki cumhuriyet şeklini aldığını anlıyoruz.
Dışişleri’ndeki yirmi yıllık kısa kesilen görev sürem boyunca yaptığım işi önemserdim. Bu önemsemenin olumlu tarafı, kişinin kurumsal aidiyetine ve kamu hizmeti kavramına verdiği değerdi. Olumsuz tarafı ise, bizim dış politika alanına diplomasi dışından ortak olan akademi ve medya temsilcilerine yönelik örtülü bir küçümseme olarak dışa vurulurdu.
Memuriyetten istifa edince hem akademi ve medyadan yeni arkadaşlar edindim, hem aynı çevrelerden görev süremde edindiğim arkadaşlıkları ilerlettim. Doğrusu, kısa zamanda o değindiğim temelsiz kibrin ayırdına varıp utandım. Ülkemizin kendi alanlarında ne denli değerli uzmanlar yetiştirmiş olmasıyla da gururlandım.
Günah çıkarma babındaki bu genel girizgâhın ardından iki sevgili dostumdan söz etmek istiyorum. Biri Behlül Özkan. Elimde onun “Türkiye’de Milli Vatanın İnşası” kitabı* var bugünlerde. Diğeri, Murat Sevinç. Ona değinmemin nedeni de bu sütunlarda ara sıra paylaştığı kitap tanıtım yazıları. Ne Özkan kadar konuya hakimiyet, ne Sevinç denli bilimsel biçimde kitap tanıtma iddiam olabilir. Yine de Murat Hoca’nın yolunu benimseyip, Behlül Hoca’nın kitabından yararlanarak bugüne ve özellikle, evet alelusul dönüp dolaşıp yine, Suriye siyasetimize bakmak istiyorum.
Behlül Özkan’ın kitabından Osmanlı çatırdarken, ileriye kaçışın ve kurtuluşun yollarının dönemin aydınları ve askeri/sivil yöneticileri tarafından bugün geriye baktığımızda bizim belirgin biçimde gördüğümüz ayrıntılar neyse, hepsini enine boyuna içerecek biçimde tartışıldığını öğreniyoruz. Bir başka deyişle, o devasa alt-üst oluşun sonucunun yani bugünkü vatanın, biraz da başka türlüsü olamayacağı için (de) 1923’teki cumhuriyet şeklini aldığını anlıyoruz.
Ortada bir kandırılma, olayların peşinden sürüklenme, dönemin büyük devletlerinin oyununa gelme gibi bir durum yok yani. Haliyle içeride de farklı isimlerin, grupların kendi aralarındaki iktidar mücadelesi var. Ötesi, bu isimler de günün sürekli değişen koşullarına göre “vatanı kurtarma” yaklaşımlarını, önermelerini güncellemişler.
Bugün içinde bulunduğumuz acıklı hal ise, tarih anlatısı en iyi ihtimalle TRT’nin “Payitaht Abdülhamit” dizisine, en kötü ihtimalle “işkembe-i kübraya” dayalı birilerinin üzerinde durdukları kibir dağlarından hepimizi ahmak yerine, çocuk yerine koyarak biteviye yüksek perdeden azarlamalarından ibaret. Bu kişilerin ardında geniş de bir bando mızıka takımı var, goygoylarından ne konuştuğumuzu duyamıyoruz.
Özkan’ın kitabından öğreniyoruz ki daha sonra Sevres’i imzalayacak olan İstanbul hükümetini temsilen 1919’da Barış Konferansı’na katılmak üzere Paris’e giden Damat Ferit Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyeti ABD, Britanya ve Fransa’dan oluşan İtilaf devletlerine verdiği ayrıntılı muhtırada yukarıdaki haritada belirlenen şekilde Gümülcine’den Süleymaniye’ye, Batum’dan Halep’e uzanan sınırları yeni kurulacak Türkiye için talep etmiş.
Erzurum Kongresi, sözkonusu muhtıranın ulusal basında yayımlanmasından iki hafta sonra toplanmış, sınır konusu pragmatik biçimde muğlak bırakılmış. Meclis-i Mebusan 17 Şubat 1920 tarihli son toplantısında Misak-ı Milli’yi kabul etmiş. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışında ise Atatürk Misak-ı Milli yerine Erzurum Kongresi’ne atıfta bulunarak savunma zorlukları adına daha gerçekçi bir yaklaşımla özellikle Batı Trakya’yı dışarıda bırakan daha dar bir yüzölçümü önermiş.
Özkan, Osmanlı heyeti Wilson ilkelerinden yararlanmak adına “Türkçülük” yaklaşımına yaslanırken, Anadolu’da bağımsızlık ve egemenlik mücadelesine girişenlerin, o erken yıllarda, “Osmanlıcı ve İslâmcı” bir eğilim gösterdiklerini belirtiyor. Benim açımdan ve günümüzdeki savaşkan Suriye siyasetimizi ele almak bakımından burada ilginç olan husus, her iki tarafın da Türk-Arap sınırını saptamaya yönelmesi ve tersten okunduğunda Türk-Kürt birliğini yeni ülkenin gerçekçi kuruluş zemini olarak görmeleri.
Kuşkusuz, yine Özkan’dan öğrendiğimize göre, henüz 8 Kasım 1918 gibi erken bir tarihte Atatürk, Fethi Okyar’la birlikte İstanbul’da çıkardıkları Minber gazetesinde “Vahdet-i Coğrafiyemiz” başlıklı başmakaleye yer vermiş, dönem ve ortam bakımından belki devrimsel nitelikte sayılacak ulusal değil coğrafi birlik kavramını öne çıkarmış. Aynı doğrultuda, bugün “Kürt yanlısı” denilerek seçilmişleri birer ikişer zindana tıkılan HDP’nin dolaşımda tuttuğu “ortak vatan” kavramı da aslen Mustafa Kemal ve yandaşlarınca kullanılmış.
Bakınız Özkan’dan doğrudan bir alıntı (s.144): “Mustafa Kemal ile hareketin diğer liderleri, pragmatik biçimde 1921 yılına kadar milli kurtuluş hareketinde Türk etnisitesini ön plana çıkarmamışlardır. (…) Etnisite yerine toprağa dayalı bir yaklaşımı benimsemişler ve Anadolu olarak adlandırılan ‘ortak vatan’ kavramını kullanmışlardır.”
Özkan’ın eserini baştan sona özetleyecek değilim ve Sevinç Hoca’nın en mahir biçimde kaleme aldığı türden bir kitap tanıtım yazısı değil önünüzdeki. Demek istediğim, bugünkü İslâmcı, neo-Osmanlıcı, milliyetçi, ulusalcı/Atatürkçü ve ayrılıkçı, Kürtçü ezberlerin de ne denli kof, afaki, tarihsel ve coğrafi gerçeklikten uzak oldukları. Elde balta Suriye’ye giren, omuzda mavzer dağa çıkan, kepçenin direksiyonunda tarihi yok eden, büyüteçle aklınca kütüphanede belge arayan, hepsi adeta takıntılarının, saplantılarının kurbanı. Yahut hepimiz öyleyiz.
Bu satırlar size eriştiğinde belki Cumhurbaşkanı Erdoğan Vaşington yolunda olacak. Belki orada S-400’lerden vazgeçme karşılığında HALKBANK, kişisel mal varlığı araştırma, CAATSA yaptırımları konularında esneklik pazarlığı yapılacak. O arada içeride belki birkaç HDP’li belediye başkanı, birkaç Kürt gazeteci daha gözaltına alınacak. Çatık kaşlar sıkılı yumruklarla kulaktan dolma ezberlerimizi birbirimize bağırmaya devam edeceğiz. Yüzyıldır ayağımızda sürüklediğimiz prangaların zincirlerini şakırdatacağız.
Her ne kadar zaman defteri sadeleştirme, yeni hesaplar açma değil, defterdeki hesapları birer ikişer kapatma zamanı diye yırtınsak sesimizi duyuramayacağız. Aynı kerameti kendinden menkul ukela tayfa, aynı basmakalıp yorumlarını kafamızdan aşağı boca etmeye devam edecek. Aklı, bilimselliği egemen kılmaya çalışsak da olmayacak. Bırakın buradan ileriye nasıl gideceğimizi, geçmişte olana ilişkin bile bir uzlaşıya varamayacağız.
Oysa ortak vatan, biraz da kafamızda taşıdığımız ortak anlatı değil mi? Ensesine her gün şaplak yiyen kafada ortak anlatı durur mu?
*Kitap, “From the Abode of Islam, to the Turkish Vatan” başlığıyla 2012’de Yale University Press’ten yayımlanmış, bu yıl Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan Türkçesinde çeviri Dâra Elhüseyni’ye ait.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI