İntihar paktı: Ölüm, cinayet ve aile
Sonuçta intihar ve cinayet arasındaki ayrımların silindiği bu denetimsiz şiddet üretim sürecinde belirleyici olan aile içindeki bağımlılık ilişkileridir. Bağımlılık ilişkilerinin temelini ise aile içindeki rollerin dağılımını ve hiyerarşiyi belirleyen ataerkil pazarlık oluşturmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı’nın "Bir dakika bile değil. Buna bile tahammül edemeyen kesimler var" dediği kamu spotunda tüm bu bağımlılık ilişkilerini üreten pazarlığa dayalı temsil biçimlerine rastlıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde iki ailenin yok olmasıyla sonuçlanan ölümler insanın içini acıtıyor. Önce İstanbul’da aynı evde yaşayan dört kardeşin kendi yaşamına son verdiği haberiyle sarsıldık. Kardeşler, olaydan sonra eve girecek insanlar zarar görmesin diye, kendilerini öldürmeden önce kapıya bir uyarı asmayı da ihmal etmemiş. Kendi hayatına kıyan insanların başkalarının hayatı konusunda böyle bir duyarlılık sergilemesi başta mantıklı görünmüyor. Ama çevredekilere kulak kabartınca ailenin bir süredir geçim sıkıntısı içinde olduğunu ve başka yerlerden yardım isteyemeyecek kadar onurlu olduğunu öğreniyoruz. Az önce bizi şaşırtan durum bu bilgiyle başka bir anlam kazanıyor ve başkalarının hayatına özen göstermenin sadece onurunu bir bayrak gibi taşıyan yoksul insanların erdemi olabileceğini tekrar anımsıyoruz. Ne yazık ki henüz bu olayı bile tam olarak idrak etmemişken Antalya’dan gelen bir başka haberle neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Bir babanın eşini ve çocuklarını öldürdükten sonra intihar ettiğini öğreniyoruz. Baba ardında bıraktığı mektupta herkesten özür dilediğini söylüyor. Anlatılanlara bakılacak olursa bu olayda da geçim zorluğu ve işsizlik belirleyici olmuş.
İki farklı aileden toplam sekiz canın yokluğa intikal etmesi, intihar ve cinayet istatistikleri açısından çok fazla şey ifade etmiyor olabilir. Ama önemli olan bu olayların bir iki örnekle sınırlı olup olmaması veya “uzmanların” bizi korkuttuğu türden bir intihar salgınına yol açıp açmaması değildir. Asıl önemli olan bir kez de olsa, bunun olmuş olmasıdır. Zira ekonomik krizler, askeri darbeler, mafya ve sokak şiddetiyle aile hayatının tatlılığına sığınarak baş edebileceğine inanan insanımız, sular iyice yükseldiğinde ailenin de sığınılacak bir ada olmaktan çıktığını bir kez görmüştür. Ailenin ihtişamına dair bütün ataerkil güzellemelerin ve kan bağının gücüne dair bütün muhafazakar efsanelerin yerle yeksan olduğu bu ölümlerin ardından insanların sarsılması kaçınılmazdı. Sarsıntı, normalde birbirini tehlikelerden koruyacağı, kendine zarar vermekten alıkoyacağı düşünülen insanların birbirlerinin ölümünü mümkün kılmakta birleşmesiyle açığa çıkan şok dalgalarının eseridir. Kadın cinayetlerini, tacizi ve dayağı aile bireylerinin erkeğin kurduğu ve kolladığı bir güvenlik cennetine giriş için ödenmesi gereken bir bedel olarak normalleştiren ataerkil pazarlığı biraz da bu örnekler üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
Toplumda şiddetin düzenlenmesi, şiddet araçları ve metotlarının kontrol altına alınması, her medenileşme sürecinin temel problemini oluşturur. Ölümcül şiddetin iki temel biçimi olan intihar ve cinayetin denetim altına alınması burada özellikle büyük bir önem taşımaktadır. Modern bireyin gösterdiği saldırganlık, kökeni açısından bakıldığında, farklı bireylerin toplumun ortak zenginliklere erişimde güçlü engellerle karşılaşmasından kaynaklanır. Engellenmenin yol açtığı öfke ve bu öfkenin insanlar arası ilişkilerde yarattığı çözülmeyi toplumbilimciler ölümcül şiddetin uygulanmasını mümkün kılan şey olarak görürler. Bu şiddetin hangi hedefe yöneleceği sorusu hemen bunun ardından gelir: Neden bazıları şiddeti bizzat bu engelleri yaratan güçlere yöneltirken, bazıları kendine yöneltmektedir? Karşımızdaki bu soruyu, insanları çepeçevre saran denetim süreçlerinin onları ne ölçüde çaresiz bıraktığından ve güçsüzleştirdiğinden bağımsız yanıtlayamayız. Şiddetin denetimi için ahlaki, hukuki, siyasi araç ve yöntemler geliştirme sürecine medenileşme adını veriyoruz. Bireyleri etkisi altına alan ölümcül şiddet başka insanlara yöneldiğinde cinayet, kişinin kendisine yöneldiğinde intihar adını alır ve bu ayrım ölümcül şiddetin medeniyet tarafından kontrolünde belirleyici önemdedir.
Son tahlilde her medeni toplum şiddeti denetlemek istediğinde, en uç durumda öldürme yasağının gerektirdiği yaptırımların kime nasıl uygulanacağı sorunuyla karşılaşır. Ancak böylesi yaptırımların şiddet failine nasıl ve hangi yollardan uygulanabileceğinin belirlenemediği koşullarda, şiddet üzerindeki denetim gücünden çok şey yitirmeye başlar. İşte cinayet ve intiharın birbirine kenetlendiği, yahut birden fazla kişinin belli bir faile olan maddi ve duygusal bağımlılığından ötürü intihara yöneldiği durumlar, böylesi bir kontrolü mümkün kılan ayrım çizgilerini belirsizleştirir. Cinayet failinin intihar ettiği, intihar edenlerin faile dönüştüğü durumlarda cezalandırma fiili bir imkansızlık haline gelir ve açığa çıkan şiddet yaptırımsız kalır. Toplumu baştan sona kuşatan şiddet gelişen yoksulluk ortamıyla bütünleştiğinde, aile hayatının bundan etkilenmeyeceğini kimse söyleyemez. İşte bu süreç etkilerini tam olarak hissettirdiğinde, aile cinayet ve intiharın birbirine kenetlendiği bir zemin olarak karşımıza çıkar.
Elbette biz ölümcül şiddet biçimlerinin iç içe geçtiği bir durumla ilk kez karşılaşıyor değiliz. Nitekim kadın cinayetlerinde, özellikle çocukları da kapsayacak şekilde genişlemiş aile cinayetlerinde fail diğerlerini öldürdükten sonra kendini de öldürebilmektedir. Bu örneklerde belirleyici olan güdü, kadının cezalandırılması ve çocukların ölümüyle bu cezanın katmerlenmesidir. İşlediği cinayetin sonucunda ortaya çıkan koşullara göre katil de intiharı seçebilmektedir. Ancak kişi cezalandırma duygularıyla değil de canice bir “şefkat” veya ölümcül bir “koruma” güdüsüyle sevdiklerini katletmeye yöneldiğinde intihar ile cinayet arasındaki ilişki de tersyüz olur. Böyle bir durumda fail işlediği cinayetler için intihar etmemektedir, adeta intihar edebilmek için cinayet işlemektedir. Antalya’da gördüğümüz olay böylesi bir durumu işaret etmektedir.
Ek olarak, anlaşmalı intihar davranışının İstanbul’da karşılaştığımız biçimini de bu genel şiddet atmosferinden bağımsız ele alamayacağımızı vurgulamakta yarar var. Birden fazla insanın kendi aralarında anlaşarak gerçekleştirdiği toplu intihar eylemlerine intihar paktı adı veriliyor. İntihar paktı, güçlü bir inancın yankısında kaldığı için topluca intihara yönelen inançlıların eylemlerinden, yahut doğrudan siyasal bir amaçla gerçekleştirilen örgütlü intihar davranışından bireyler arasındaki bir anlaşmaya dayanmasıyla ayırt edilebilir. Böylesi bir intihar düzeneğinin insanların tek başına ölemeyecek kadar yalnız olduğu bir toplumda artık intiharın anlamını da değiştireceği açıktır. Dünya genelinde intihar paktlarından sağ kurtulan kişilerin tanıklıklarına dayanarak söylenebilir ki, bu tip girişimlerde merkezi bir fail ve ona bağımlı olarak bu sürece dahil olan insanlar vardır. İstanbul’daki dört kardeşin kurduğu intihar paktında, aileyi geçindiren ve bunun için çalışmak durumunda olan kişinin belirleyici önemde olması bu gözlemi doğrulamaktadır.
Sonuçta intihar ve cinayet arasındaki ayrımların silindiği bu denetimsiz şiddet üretim sürecinde belirleyici olan aile içindeki bağımlılık ilişkileridir. Bağımlılık ilişkilerinin temelini ise aile içindeki rollerin dağılımını ve hiyerarşiyi belirleyen ataerkil pazarlık oluşturmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı’nın “Bir dakika bile değil. Buna bile tahammül edemeyen kesimler var” dediği kamu spotunda tüm bu bağımlılık ilişkilerini üreten pazarlığa dayalı temsil biçimlerine rastlıyoruz. “Bizim geleneğimizde, bizim medeniyetimizde eşler birbirine hizmet etmeyecek mi? Kadın kocasına bir çay getirmiş, bir kek getirmiş buna tahammül edemiyorlar.” diye savunuyor Diyanet’in çalışmasını. Medeniyet mi? Ailenin intiharda ve cinayette birleşmiş insanların işlettiği bir şiddet motoruna dönüştüğü bir yerde medeniyetin varlığından söz edilebilir mi? Bunun yanıtını da okura bırakmak en iyisi herhalde.
Not: Yazı henüz bittiğinde Bakırköy’de üç kişilik bir başka ailenin de intihar paktı kurduğu haberini öğrendim. Erkeğin fail olarak merkezde olduğu bu cinayet-intihar vakası da ataerkil pazarlığın doğurduğu bir başka şiddet örneğini temsil ediyor. Bu can acıtıcı intihar paktlarının son bulacağı günlerin özlemiyle...
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI