NATO'nun sonu, alanı ve marjı
Bu defa bir yandan NATO’da başta ABD, tüm üyeler karşıda. Kaldıraç, şantaja döndü. Şantaj denince alınganlık başladı. Her şeyi aynı anda isteyen dış politikada yine koşuşma başladı. Bu alışıldık görüntü ortakları artık etkilemiyor. “Beyin ölümünden” söz eden Macron’a “sen git önünce kendi beynine baktır” diyerek NATO’ya sahip çıkan milliyetçi-mukaddesatçı lider profili merak uyandırmıyor.
Sonda değil başta paylaşayım, değerli hocamız İlhan Uzgel, Türkiye’nin NATO politikaları konusunda “Kürt sorununu Baltıklar’a taşımak” başlıklı son derece ufuk açıcı bir yazı yazdı keza Gazete Duvar’a. O yoldan gidip, Londra’da 3-4 Aralık günlerinde yapılacak NATO Zirvesi yani devlet başkanları toplantısının güncelliği bağlamında ben de sohbete katılmak istedim.
Uzmanlık iddiam kesinlikle yok ama NATO benim bir bakıma ilk gözağrım da sayılır: Bakanlıktaki ilk yılımı (1993) yani çıraklığımın başlangıcını NATO Askeri İşler Dairesi’nde geçirmiştim. O döneme dair deneyimlerimi bu yıl Mayıs ayında İletişim’den çıkan Gözden Irakta kitabımda da anlattım.
Tarihin en başarılı savunma ittifakı olarak II. Dünya Savaşı sonrasında yeni dünyanın egemen gücü olan ABD önderliğinde kurulan NATO “tarihin sonunun geldiği” iddia edilen o yıllarda anlamını arıyor, işe yararlığını sorguluyor, alanını ve görevini yeniden tanımlamaya çalışıyordu. SSCB’nin dağılması, Demir Perde’nin inmesiyle Varşova Paktı’ndan kurtulan ülkeler deyim yerindeyse birer, ikişer kapağı NATO sundurmasının altına atıyor, NATO adeta “bir daha asla” dercesine kanı çekilmiş izlenimi veren Rusya’nın sınırlarına doğru genişledi.
Türkiye, NATO’nun Balkanlar’a genişlemesine taş koymadı, destekledi. Balkan ülkeleri, yeri geldiğinde başka alanlarda Türkiye’ye haliyle eleştirel yaklaşabilseler de, yanılmıyorsam halen dahi o dönemdeki bu tutumundan ötürü için Ankara’ya müteşekkirliklerini anımsarlar ver belirtirler. Türkiye’nin bu tutumu hem Rusya’yı hem Yunanistan’ı çevrelemeye, dengelemeye, tam üyesi olduğu ittifakta kendi etkisini artırmaya dayanıyordu.
Ankara’nın derdi kendinin içinde olmayıp, Yunanistan’ın ve Tanrı saklasın (!) GKRY’nin içinde olacağı bir uluslararası savunma örgütü kurulması olageldi hep. O zamanlarda denenip, belki Türkiye’nin de “katkılarıyla” akim kalan BAB (Batı Avrupa Birliği-WEU) girişimi ve belki bir bakıma şimdinin PESCO’suna (Permanent Structured Cooperation-Daimi Yapılandırılmış İşbirliği) ikircikli yaklaşımı değişmeyen bu dış siyaset önceliğine dayandı.
O yıllar, Rusya yukarıda belirttiğim üzere “kanı çekilmiş” ve kendi “iç yağmalama” süreciyle meşgul bir görünüm arz ederken, esasen sonradan anlayacağımız üzere 1999 depremiyle somut yıkımı başlayacak eski Türkiye’nin de günbatımıydı. Aynı zamanda güneydoğuda 1990’lar yabancı basının “scortched earth policies” (belirli bir yerde yerleşik yaşamı kazıyan politikalar) olarak yansıttığı güvenlikçi politikaların da en ağır biçimde uygulandığı dönemdi.
Sivil siyaset üzerinde güvenlik bürokrasinin eli hissedildiği gibi, “derin devlet” denilen cinayet şebekesinin serdengeçtilerinin parmakları da tetikteydi. Bu durumun dış politikaya yansıması ise Kürt meselesinin ve insan haklarına dair konuların dış politikayı rehin alması biçiminde oluyordu.
Soğuk savaşsız dünyada NATO da anlamını yahut kimliğini “alan dışı” cephelerde arıyordu. 11 Eylül 2001 terör saldırılarıyla açılan yeni binyılda ise “terörle mücadele” küresel zorunlu görev olarak ortaya çıktı. Türkiye kendi terörle mücadelesini o dönemde bu trene vagon yapmakta çekimser kaldı.
Bugün, Londra’daki NATO Zirvesi marjında planlanan dörtlü zirve Erdoğan’ın fikriydi. Amaç anladığım kadarıyla Rusya’ya dayanan Suriye siyasetine kozmetik de olsa yeni boyut katmaktı. Muhataplar üzerinde Suriyeli sığınmacıların salınması uyarısı hep işledi. İlki 27 Ekim’de İstanbul’da yapılan dörtlü toplantıdan kayda değer sonuç çıkmasa da üç konuk liderin İstanbul’a gelmesi dahi herhalde vaziyeti kurtardı.
Bu defa bir yandan NATO’da başta ABD, tüm üyeler karşıda. Kaldıraç, şantaja döndü. Şantaj denince alınganlık başladı. Her şeyi aynı anda isteyen dış politikada yine koşuşma başladı. Bu alışıldık görüntü ortakları artık etkilemiyor. “Beyin ölümünden” söz eden Macron’a “sen git önünce kendi beynine baktır” diyerek NATO’ya sahip çıkan milliyetçi-mukaddesatçı lider profili merak uyandırmıyor.
Yeni Türkiye’nin de sonuna gelip III.Türkiye’ye geçiş ıspazmozları yaşıyor olabilir miyiz? Öyleyse Kürt sorunu farklı anlam kazanıyor demektir. Sözü başka yerden bitirelim: 1999 depreminin bugünkü karşılığı Prof.Dr. İlhan Uzgel gibi Barış Akademisyenleri’ne reva görülen muamele belki. Şeamet tellallığı sanılan uzgörü müdür anlarız. Pek yakında.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI