Mülkiye 160 yıllık bir kurumdur: Dokunmayınız
Mülkiye’den ihraç edilip kamusal olarak bilgi üretmeye, kamuya seslenmeyi sürdüren; üniversitenin zor koşullarında bütün liyakatsiz üniversiter düzene rağmen, bütün zorbalıklara karşı araştırma ve öğretime devam eden akademisyenlerin, baskılara karşı akademik-demokratik taleplerinden vazgeçmeyen öğrencilerimizin, Mülkiye’den mezun olup liyakatle çalışmaya, demokrasiyi, hukuku ve barışı savunmaya devam eden tüm mezunlarımızın 4 Aralık günü kutlu olsun.
4 Aralık 2019, Mülkiye’nin kuruluşunun 160. yılı. Türkiye’nin en eski kurumlarından biri, modern sosyal bilim dikkate alındığında en köklü olanı. İmparatorluğun modernleşme hamleleri içinde modern bürokrat yetiştirmek için kurulan, bu özelliğini cumhuriyete aktaran sonrasında eleştirel sosyal bilimlerin kök verdiği, Türkiye’de sosyal bilimler disiplinlerinin birçoğunun yaratıcısı olmuş, anayasa, iktisat kentleşme gibi alanlarda ekol haline gelmiş, gençlik hareketlerinin filizlendiği, canlı bir tartışma ortamı, edebiyatı olan hatta ikinci yeni şiirinin merkezi haline gelmiş bir kurumdan bahsediyoruz. Türkiye’nin köklü öğrenci ve mezun derneklerinin yaratıcısı olmuş, Fakülte’nin kuruluşu ile aynı gün dilekçesi verilen ve bugün 73. yılını kutlayan Mülkiyeliler Birliği’nin de fidanlığı olan bir kurumsal gelenekten bahsediyoruz. Böyle köklü geleneklerin yaşayabilmesinin belli koşulları var, bunlardan ilki temel ilkelerini koruyabilmeleri, ikincisi değişen dünyaya bu ilke ve kurumsal gelenekleri uyarlayabilmeleri, onları yeniden icat edecek zeminler yaratabilmeleri. Bu bakımdan Mülkiye gibi köklü kurumların bir yanıyla zamanı yavaşlatan, hızını kesen prensiplere, yani muhafazakar bir eksene, bir yanıyla da zamana yön veren, bazen hızlandıran devrimci bir eksene oturduğunu söyleyebiliriz. Farklı siyasal görüşlerde olan Mülkiyelilerden şaşırtıcı açıklamalar duymak bu nedenle mümkündür, hiç yan yana gelmeyeceğini düşündüğünüz entelektüellerin ya da siyasetçilerin “aynı dili konuşabildikleri için” Mülkiyelilik zemininde buluşabildiğini de bu yüzden görürsünüz.
TASFİYELER
Mülkiye gibi köklü kurumlar, kendilerini yeniden yaratmayı bildikleri gibi genelde korunurlar da. Fakat Türkiye’de durum farklıdır. Mülkiye, bütün darbe dönemlerinin hedefidir. En büyük iki tasfiyeden birini 12 Eylül faşizmi ile yaşamıştır, diğerini de bugün 20 Temmuz rejimi ile deneyimlemektedir. Elbette Menderes’in diktatöryel bir anlayışa geçtiği 1950’lerin son çeyreğinde, 1971 cuntasının yönetimi altında hem öğrencilere karşı hem de öğretim üyeleri ve dekanlara karşı olağandışı baskılar gelmiştir. Fakat kurumun direnci bunu karşılayabilecek güçtedir. 12 Eylül ise tüm ülkenin üzerinden geçtiği gibi Mülkiye’ye çok güçlü biçimde postalını bulaştırmıştır. Mülkiye, Cem Karaca’nın “Parka”sında vurulan yoksul abinin okulu, onun yoksul kardeşinin gideceği okuldur; Mülkiyeli olan Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel’inin kahramanının, devrimcilerin okuludur çünkü. 12 Eylül faşizminin gerilemesiyle ve Türkiye’de toplumsal hareketlerin yükselmesiyle, gelenek Mülkiye’de yeniden icat olmuştur. Kapatılan öğrenci derneği kurulmuş, ülkede yükselen demokratik dalgaya ses verilmiş, 12 Eylül’ün ihraç ettiği öğretim üyelerinin 1989’da Danıştay’ın verdiği kararla geri dönmesiyle hava dönmüştür. Mülkiye bir kurum olarak yeniden rolünü kazanmış, demokrasi hukuk devleti, akademik liyakat ilkelerini muhafaza ederek geçmişini yeniden icat etmiştir. Elbette 1990’ların asistan kuşağının özgüllüğü, direnişi ve yaratıcılığını anmamak olmaz. Fakat Mülkiyenin bir kurum olarak yarattığı zemin olması belli türdeki muhafazakarlığın aşılması da mümkün olmayacaktır.
20 Temmuz rejimi, Türkiye’yi anayasasızlaştırarak darbe dönemlerinde olanı yeniden uygulamaya koymuş; birçoğu az önce bahsettiğim asistan kuşağı olan ve kurumu yeniden yaratan profesörleri, onların yetiştirdiği ve geleneği, ekolü aktardığı 2000’lerin asistanları tasfiye etmiştir. Tasfiyenin sorumlusu, Mülkiye’den, kurum kültürü ve gelenekten bihaber olan, bir sıkıyönetim komutanından bile daha zorba yöntemlerle, kendi ikbalinin peşinde koşan rejimin rektörü Erkan İbiş, Mülkiye’ye 1963’te giren Melih Aşık’ı arayarak bir sürü yalanı boca etmiş. Sonrasında da faşist darbe döneminde Kenan Evren’in söylediği gibi bizler atıldıktan sonra sükûnetin sağlandığını söylemiş. Sayın Melih Aşık’ın yazısının yayımlanmasıyla aynı gün bir öğrencimizin kampüslerde korunan, şiddet eylemleri herhangi bir cezalandırmaya tabi olmayan gruplarca bıçaklanması ile aynı güne denk gelmesi ise sükunetin nasıl sağlandığını ortaya koyuyor. Şiir okuyan öğrenciyi engelle, sempozyuma girmek isteyen öğrenciyi coplara döv, bıçaklayana değil bıçaklanana soruşturma aç ve sükûnet sağlansın. Sükûnet dedikleri demokratik protesto ve ifade özgürlüğü dahil bütün anayasal hakların engellenmesi. Peki Fakülteye bile gelmeyen rektörün derslerin olmadığına dair bilgisi -ki bizler yıllarca hiçbir dersin engellendiğine tanık olmadık- nereden geliyor? Onu da geçen hafta Murat Sevinç yazdı. CHP’ye karşı komplonun, Cumhuriyet davasının tetikçilerinden olan Talat Atilla’nın yazısından. Tetikçiden tetikçiye. Türkiye’nin son yıllarında çok alışık olduğumuz bir hadise.
DOKUNMAYINIZ
Çok uzatmayayım. Mülkiye, Türkiye’nin en köklü kurumudur, geçmişi olduğu kadar geleceğidir de. Değerlerini korumayı bildiği kadar, onları devrimci bir biçimde yeniden yaratacak zemini sunacaktır. Mülkiye topluluğu öncelikli olarak kamuyu gözeten, liyakatı esas alan ilkelerden, hukuk, adalet ve barıştan; eleştirel sosyal bilimden ayrılmaz değerlerini korumayı bilecek, kendini yeniden yaratacaktır.
Mülkiye’den ihraç edilip kamusal olarak bilgi üretmeye, kamuya seslenmeyi sürdüren; üniversitenin zor koşullarında bütün liyakatsiz üniversiter düzene rağmen, bütün zorbalıklara karşı araştırma ve öğretime devam eden akademisyenlerin, baskılara karşı akademik-demokratik taleplerinden vazgeçmeyen öğrencilerimizin, Mülkiye’den mezun olup liyakatle çalışmaya, demokrasiyi, hukuku ve barışı savunmaya devam eden tüm mezunlarımızın 4 Aralık günü kutlu olsun.