Türkiye’de devletin derinliği
Mehmet Ağar’ın AKP’den ayrılarak yeni parti kuran, kuracak olan siyasal gruplara uyarısını da Cem Küçük’ün “derin” cezasızlık pratiğinden güç alarak televizyon kanalında insanlık suçlarını savunmasını da benzer bir yerden okumak gerekir.
Kamu kavramına ilişkin kavrayışımızın çok ağır bir saldırıya uğradığı, modern devlete ilişkin burjuva yanlısı olan “tarafsızlık”, “objektiflik” gibi ilkelerin bile yön gösterici olmaktan çıkarıldığı bir ideolojik atmosferin içindeyiz. Türkiye Devleti’nin anayasal kuruluşunun temel kararlarından biri olan laikliğin, cumhuriyetin temel niteliklerinin 'Saray' tarafından askıya alındığı bir siyasal pratiği deneyimliyoruz. Bu deneyime kentlerimizin ve çocuklarımızın geleceğinin üzerine beton dökerek yağmalayanların faili olduğu bir ilkel birikim stratejisi eşlik ediyor. Daha doğrusu her iki rejim aynı madalyonun iki yüzü. Birkaç şirketin bölüştüğü milyarlar, o unuttuğumuz kamunun yağması ve kamuya el koymanın kuralsız rejiminin en açık göstergesi. Demokratik meşruiyete sahip belediye başkanlarının, dolayısıyla anayasaca ve yasalarca “seçmen” olarak kurulu iktidarın bir erki olarak tanımlanmış “halkın” iradesinin ortadan kaldırıldığı, birçok örnekte görüldüğü gibi gerekçesiz tutuklandığı bir “demokratik” düzendeyiz. Ve “eski Türkiye”nin en çok hatırlatılan özellikleri de güçlü biçimde kendini gösterir hale geldi. Türkiye’de devlet içinde çeteleşmiş güçlerle ilişkilendirilen ve “derin devlet” adlandırması yakıştırılan isimlerin her gerektiğinde sahnede yerini aldığına tanık oluyoruz. Mehmet Ağar’ın AKP’den ayrılarak yeni parti kuran, kuracak olan siyasal gruplara uyarısını da Cem Küçük’ün “derin” cezasızlık pratiğinden güç alarak televizyon kanalında insanlık suçlarını savunmasını da, Saray çevresine ilişkin "güçten düşerlerse yargılanacakları, ülkeyi terk etmek zorunda kalacakları" manipülasyonunu yaymasını da benzer bir yerden okumak gerekir. Bunlar da seçimlere ilişkin yaklaşık beş yıldır ağırlaşan bir biçimde gündemde olan, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasında yaşananlarla derinleşen bir politik soruyu yeniden gündeme getiriyor: AKP iktidarı devreder mi?
Bunun AKP’den koparak yeni oluşan sağ kanat da dahil olmak üzere muhalefet bakımından iki anlamı var. Elbette bir de ağır sorumluluk. Birincisi, demokratik meşruiyeti tükenmiş bir plebisiter diktatörlük kaybedeceği bir seçime girmeyi tercih etmez, alamayacağı bir “onaya” başvurmazsa demokratik muhalefetin tepkisinin ne olacağı. İkincisi ise demokrasiyi yeniden kuracak güçlerin karşı “derin”liği. Bu iki sorun da başka bir sorumluluğun çatısı altında düşünülmeli: Türkiye’de demokratik çatışmaların barışçıl zeminlerde gerçekleşeceği bir kamusal alanı, yağma düzenine karşı ekonomiye kamunun, halkın katılımını yeniden kuracak bir siyasal-ekonomik düzeni, adaleti ve toplumsal-siyasal barışı; demokratik yollarla yaratabilme gücü.
DEVLETİN SIĞLIĞI, MUHALEFETİN DERİNLİĞİ
Burada devletin derinliğine, buna karşı muhalefetin karşı derinliğine ilişkin eski tartışmayı yeniden açmak gerek. Türkiye’nin gündemine özellikle 1990’larda açığa çıkan çeteler ile gelen derin devlet kavramı, asıl olarak devletin yasal olmayan eylemlerini, kamu gücü ile donatılmış ve cezadan muaf tutulan yasadışı kişilere yaptırmasını açıklıyordu. Türkiye’de devlet, kendisine anayasa ve yasalarca çizilmiş sınırları bu yolla aşıyor, devlet adına iş gören ama devletin parçası olmayan kişilere, çetelere egemenlik yetkileri veriyordu. İnsan öldürmekten, arsa tahsisine kadar birçok iş bu çeteler aracılığıyla görülüyordu. Kürt iş adamlarının öldürülmesi, aydınların faili meçhul ile sonuçlanan öldürülme vakaları gibi birçok olayın açıklaması, meşru iktidarda olan kim olursa olsun, Türkiye’de egemen olan “asıl” gücün derin devlet olması ile yapılıyordu. Derin devlete ilişkin bu kavrayış, öncülüğünü Türkiyeli liberallerin çektiği bir teorik zeminde, AKP’nin ilk döneminde vesayet tartışmasına katıldı. Ergenekon davasının amacına ve AKP’nin 12 Eylül rejimi ile hesaplaştığına ilişkin yanılgıyı da bu derin devlet kavrayışı besledi. Bu kavrayışın özü, devletin derinliğini abarttı ve devlet ile toplumsal sınıflar arasındaki ilişkinin, devlet ile halkları arasındaki ilişkinin, devlet egemenliğinin üzerine oturduğu somut kararın, yani bizzat devletin kendinin görmezden gelinmesine neden oldu. Fethullah Gülen çetesinin devlet içinde eski derin devletten farklı biçimde örgütlenmesine, bizzat devlet olarak yasadışına çıkılmasına sadece AKP tarafından değil, derin devlet ile hesaplaşma heyecanına kapılan birçok kesimce göz yumuldu. Buna karşı çıkanlar da –elbette solcuların/sosyalistlerin oluşturduğu bir kesimdi bu- yine derin devlet ile ilişkilendirilen imalarla, 'Ergenekon'un çevresinin çevresi' gibi ithamlarla karşı karşıya kaldılar. Gülenci çetenin ardından, eski gücünü kazanan eski isimlerin geri döndüğünü yeniden görüyoruz. Bunlar Saray’ın iktidarını sürdürmesini sağlamak için ellerinden geleni yapacaklarını açıkça söylüyorlar. Bizzat kendilerinin “asıl” devlet olduğunu, artık açıkça da gösterir biçimde. Dolayısıyla devletin derinliği tartışması kendi kendini kapatmış durumda, artık açık. Derin değil, alabildiğine bir sığlıkta görebileceğiniz, tel tel dökülen bir devlet var karşımızda. Fakat derin görünürken seferber edeceği güçleri artık açık açık seferber eden bir devlet bu. Yani sığlığı bir anlamda büyük bir zayıflığı gösterirken bir yandan da çıplak şiddetin ve yargının araçsallaştırılarak kullanımı bakımından tehlikeli ve kontrolsüz bir gücü işaret ediyor.
Bu sığlığı, muhalefetin başta anlatmaya çalıştığım durum bakımından değerlendirmesi elzem görülüyor. Tel tel dökülen devletin sığlığına karşı; kurumsallaşan, örgütlenen ve genişleyen bir program çerçevesinde yeni bir ülke hayali ile derinleşen bir muhalefet oluşturmak… Çıplak şiddete ve açık hukuksuzluklara karşı demokratik ve direngen bir barış savunusu etrafında demokratik meşruiyeti sağlayan bir derinlikte örgütlenen bir muhalefet oluşturmak… Bu derinlikte oluşan Türkiye’nin düzenine ilişkin somut bir kararı en derinden en yüzeyde çıkaracak bir gerçekliği yaratmak…