Kirpi ikilemi
Yeni bir yılda, yeni bir ben olacağım sanki. Oysa zaman denen şey, başlangıçlarla sonlarla, ilerlemelerle gerilemelerle anlatılamayacak, dile gelemeyecek bir yokluk belki de. Geçmiş de gelecek de fazla abartılıyor. Biteviye bir şimdiye katlanmak zorundayız.
1851’de yayımladığı kısa felsefi denemelerde Arthur Schopenhauer, soğuk bir kış günü donmamak için birbirlerine çok yaklaşan ama batan okların verdiği acıyla yeniden uzaklaşmak zorunda kalan kirpilerin ikilemini anlatır. Kirpiler, donma tehlikesiyle batan okların verdiği rahatsızlık arasında kalırlar, sonunda her iki acının da katlanılabilir olduğu uygun bir mesafeyi buluncaya kadar bir yakınlaşıp bir uzaklaşırlar. Schopenhauer bu ikilemi, insanlar arasındaki ilişkilere uyarlar. İçlerindeki boşluk nedeniyle ötekinden medet uman insanlar, sarılırken birbirlerini yıkıp yakabilirler. İlişkiler olmazsa olmazları hayatın. Ama yine aynı ilişkiler, kalp kırıklıklarının, hüznün, onlarca üzüntünün kaynağı… En hevesle girileni bile boğucu, bunaltıcı olabiliyor. Basitçe “ne seninle, ne sensiz olabilirlik” veya “seninleyken sensizliği, sensizken seni özleme hali” diyelim buna.
Sizce de bütün hayatımız, bu ikilemle baş etmeye adanmış değil mi? Güç ilişkilerinin bozduğu dengeyi yeniden kurabilmek için debelenip durmuyor muyuz? Öteki her zaman saf haliyle, eşitimiz olarak karşımıza çıkmıyor. Bazen birilerinin okları, çok daha bilenmiş, çok daha büyük olabiliyor. Böyle durumlarda mesafeyi kuran eşitlik değil, itaat dayatması oluyor. Ancak bu, ikilemi açmaza dönüştürüyor aynı zamanda… Oklarının azametiyle diğerlerini kendine biat etmeye zorlayan, kendi gücüne hayran her kirpinin akıbeti aynı: ayazlı tepenin zirvesinde donmaya beş kala tamamen yapayalnız kalakalmak… İşte o an, oklar içe dönüp sahibine zarar vermeye başlıyor. Kimse için böyle bir yalnızlığı dilemem.
Yeni yıla doğru, havadan mıdır nedir, ben de sanki yeniden doğmaya hazırlanıyormuşum gibi hissederim. 31 Aralık gecesi, saatler gece yarısını gösterdiğinde geçmişin kamburu sırtımdan kalkacakmış gibi gelir bana. Yeni bir yılda, yeni bir ben olacağım sanki. Oysa zaman denen şey, başlangıçlarla sonlarla, ilerlemelerle gerilemelerle anlatılamayacak, dile gelemeyecek bir yokluk belki de. Geçmiş de gelecek de fazla abartılıyor. Biteviye bir şimdiye katlanmak zorundayız. Zamanı içine kapatıldığımız penceresiz, kapısız, köşesiz, kenarsız bir odaya benzetiyorum ben. Arkası yok, önü yok… Uçsuz bucaksız, dolayısıyla çıkışsız. Geçmiş dediğimiz şey de, gelecek de oracıkta, elimizi uzatsak çarpacak mesafede. Ama bir türlü yakalayamıyoruz. Kayıp gidiyor… Tıpkı kirpi ikilemi gibi zamanın ikilemi. Onsuz olamayız. Zamanı imleyen bütün sözcükleri sözlüklerden çıkartsak sonuçta yaşamı tanımlayamaz oluruz. Dil, olanaksızlaşır. Dil zamansız olmaz. Sözcükler, zamanı kurar; zamana yayılır; erteler, öteler; ayırır, birleştirir. Zaman bize ayırt edici olanı verir. Başlangıçlar, bitişler, mesafeler… Yaşamakla ölmek… Onunla da olamıyoruz; zamanla düşündüğümüzden olsa gerek her başlangıçta sonu görüyoruz. Her sonun yeni bir başlangıcı getireceğine inansak bile, kendi doğumumuzda ölümümüzü tanımakla lanetlenmişiz sanki. Zamanda tutsağız. Yeni yıla girerken, bütün yakıcılığıyla farkında olduğumuz bu gerçeğe rağmen yeni kararlara, yenilenmeye, zincirlerimizi sonunda bu yıl kırabileceğimize inanmayı tercih ediyoruz. İyi ki de öyle oluyor. Oklarına rağmen birbirlerini incitmeden yan yana durabileceklerini, birbirlerinin vücut ısısından yararlanabilecekleri bir mesafenin mümkün olduğunu sonunda kavrayan kirpiler gibi biz de kendi ikilemimizden yaşamı bir çare olarak türetiyoruz. Buna kendini kandırma becerisi diyebilirsiniz elbette. Ama ben umut etme becerisi demeyi yeğlerim.
Zamana tutsaklığımızda, kirpi mesafesini bulabildiğimiz, umuttan yoksun kalmadığımız bir yeni yılımız olsun…