YAZARLAR

Bir yüzyılın içinde bir yıl: 2019 yılını nasıl bilirdiniz? (I)

The Guardian, 2019’u Latin Amerika’nın kemer sıkma politikalarına, iktidar yozlaşmasına karşı kitlesel eylem yılı olarak tanımladı. İçinde soldan, ulusalcılığa; kır kökenli yoksullardan kentli sınıf katmanlarına farklı renkleri taşıyan protestolarla tanımlanan yeni bir Latin salınımı… Kesin olan şu var ki henüz bu eylemlerin toplumsal kişilikleri tanımlanmış değil.

Günster Grass’ın Almanya’nın 20.yy’ın toplumsal tarihini her yıla ilişkin bir öyküyle kaleme aldığı Yüzyılım romanı benim için başucu kitaplarından biridir¹. Bu kitapta gerçek ya da yaratılmış kişilerin deneyimleriyle tarihin kronolojik seyri içinde sunumu, tarih yazınının toplumsal belleği geri çağırma arayışının iyi bir örneğidir bence. Okuyucu bu kronolojik olaylar dizininde yüzyılı tanımlamak için “hangi yıl ve hangi olay” sorusunu doğal olarak sorar elbette. Grass, bu soruya doğrudan yanıt vermese de bize aslında yaşam ve dehşet içinde süregiden salınımın birbirini izleyen, tetikleyen bir süreklilik olduğunu anlatır. Savaşların, ayaklanmaların, dehşetin, krizlerin ve tabi tüm bu gerginliğin içinde güzel olan istisnaların yüzyılıdır yirminci yüzyıl. Günster Grass’ın Almanya için oluşturduğu bellek seçkisini daha büyük bir coğrafya ya da dünyanın tümü için yapmanın mümkün olup olmadığını düşünüyor insan. Aynısı olmasa da aklımda Eduardo Galeano’nun Latin Amerika için yaptıkları var. Galeano kendine özgü kara mizahıyla insanlığın Latin Amerika’da ve dünyada kapitalizm karşısında yaşadığı sıkışmışlığı, saldırıları, insanlık suçlarını “tepetaklak” dünya anlayışıyla sunar. Yaşadığımız dönemi anlatırken Galeano “şimdi korku mevsimidir” diyor; işsiz kalma korkusu, aç kalma korkusu, şiddet korkusu… Ve ekliyor, demokrasi hatırlamaktan korkuyor, dil söylemekten korkuyor²… Açık olanın gizlendiği, hafıza kaybı yaşayan bir dünyadayız ona göre.

Acaba benim gibi 20.yy’ın ortalarında bir tarihte doğan ve 21.yy’da yoluna devam eden bir kişi kendi yüzyılını nasıl tarif edilebilir? Böylesi bir arayış, belki tarihsel zamanı kronolojiden koparıp, karakteristik dönemleriyle ilişkilendirerek aşılabilir. Bu mümkünse eğer Eric Hobsbawm bu arayış için iyi bir rehber olabilir. Hobsbawm 20.yy’ı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlar, bu yüzyılın başlangıcı ona göre I. Dünya Savaşı'nın başlangıcı olan 1914’dür. Yirminci yüz yıl üç alt dönemde (1914-1945, 1945-1989 ve 1989 sonrası) şekillenmiştir³: Topyekûn Savaş, Soğuk Savaş, klasik uluslararası güç dengelerinin sonu ve ABD hegemonyasının krizi ve yeni bir savaş dönemiyle içinde yer aldığımız, yaşadığımız yüzyıl⁴. Hobsbawm yeni bir şiddet döneminin erken tanığı ve geleceğe ilişkin şüpheli beklentileriyle 2012 yılında aramızdan ayrıldı. Ardında şu tespitleri bırakarak: “Bugün, 20. yüzyılın egemen birimi 'bağımsız teritoryal devletin’ değişim geçirdiği bir sürecin içindeyiz… Soğuk Savaş döneminin ardından dünyaya askeri ve silahlı gücünü dayatabilen tek bir büyük devletin (ABD) kalmış olmasıdır ve ABD gerçekte, BM gibi uluslararası kurumları her kertede baypas eden bir imparatorluk gibi davranmaktadır. Ne var ki ABD de, çağımızın sanayileşmiş dünyasında eskisi kadar egemen konumda değildir.” Ona göre bu yeni yüzyıl bir hegemonya krizinin yüzyılıdır.

Hobsbawm’ın tarihsel dönemlerine kendi yaşamımı yerleştirirsem şunları söylemek mümkün: Soğuk Savaş döneminde yükselen sol ve emek mücadelesinin tanıklığıyla süren çocukluk ve gençlik dönemimin ardından, yeni bir şiddet ve otoriterleşme süreciyle devam eden bir “yüzyıl” bizimkisi. 1980’leri izleyerek neoliberal iktidarların Türkiye ve dünyadaki emekçi kitleler üzerine saldırılarına, faşizan otoriter rejimlerin yükselişine, şiddete, teröre, bölgesel savaşlara, yükselen darbelere ve karşı darbelere, ırkçı, cinsiyetçi, milliyetçiliğe, bir tür yeni “orta çağa” tanıklık eden bir yüzyıl. Korkunun yaşamın her alanında egemen olduğu küresel tiranlar yüzyılı. İnsanların düşünce biçimlerinin, toplumsal kurumların, normların ve değerlerin çöktüğü bir Veba dönemidir içinden geçtiğimiz. Peki bu bir son mu? Elbette değil. Çünkü tarih bize her çöküşün yeni bir başlangıca da kapı araladığını da vadeder. Manuel Castel’in, İsyan ve Umut Ağları kitabında vurguladığı gibi: Eğer dünya çapında “birçok birey kendini aşağılanmış, sömürülmüş, görmezden gelinmiş, yanlış temsil edilmiş olarak hissediyorsa korkularını aşar aşmaz öfkelerini eyleme dönüştürmeye hazırdır”. Böyle bakıldığında günümüze uzanan “kısa 21 yüzyıl” her ne kadar baskı, savaşlar ve otoriter rejimlerle şekillense de o aynı zamanda yükselen yeni toplumsal hareketler, isyan ve arayışların yüzyılıdır.

NASIL BİR GÖRÜNÜMLE BAŞLADI?

Yüzyılın zaman diyagramını 11 Eylül 2001 ile başlatanların sayısı az değil. İkiz Kuleler saldırısı bu yüzyılın şiddet siluetinin bir tür alamet-i farikası oldu. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasının bir tür siyasal “rehberlik” ettiği din ve kültürler çatışmasının yüzyılımızdaki doğal mekânı Ortadoğu ve Arap Yarımadası'ydı: 2010 ve 2012 yılları arasında Arap Baharı olarak tanımlanan ABD’nin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle gerçekleşmiş siyasal bir dalga bölgeyi yeniden yapılandırdı. Cezayir, Bahreyn, Cibuti, Mısır, Ürdün, Irak, Lübnan, Libya, Moritanya, Fas, Umman, Filistin, Sudi Arabistan, Sudan’da patlak veren kitlesel olaylar, Tunus’taki “Yasemin Devrimi'ni” izleyen Yemen’deki ayaklanma ve Suriye İç Savaşı'nın tırmanışı izledi. Manipülasyonlar ve tüm bu toplumsal olayların farklı özellikleri bir yana bırakılsa, hepsini kuşatan ortak özellikler artan işsizlik, yoksullaşma, siyasi yozlaşma ve özgürlük arayışlarıydı. Kapitalizmin, emperyalizmin sömürü mekanizmalarıyla şekillenen baskıcı rejimler ya devletler arası krizle ya farklı kimliklerdeki halkların eşitlik ve özgürlük arayışlarıyla bir isyan dalgasını 21. yy’a taşıdılar. Bu süreci Arap Kışı olarak tanımlanan (2012-2013) Mısır, Irak, Tunus’taki iç savaşlarla şekillenen otoriter, cihatçı dini rejimlerin yükselişi izledi. Farklı kaynaklar bu olaylarda bir milyonu aşkın kişinin öldüğünü ve milyonlarca insanın mülteci konumuna geldiğini belgeliyor. Hatırlayalım; bu olayların patlak verdiği süreçte Türkiye’de AKP iktidarına karşı tarihinin en büyük siyasal protestolarına tanıklık etti. 27 Mayıs – 15 Haziran 2013 tarihleri arasında başta Türkiye’nin üç büyük kenti olmak üzere ülkenin hemen her yerinde kitlesel protestolar yaşandı. Bu süreç AKP iktidarının yükselen otoriterleşme eğiliminin de başlangıcıydı.

Öte yandan dünyanın diğer yakasında yaşadığımız yüzyılın başlangıcı Latin Amerika solun canlanışıyla gerçekleşti. 2009 yılına değin kıtanın neredeyse üçte ikisi Latin Amerika’nın solunun kontrolüne girdi. Latin Amerika’nın İkinci Bağımsızlığı olarak adlandırılan bu dalgada Venezuela'da Hugo Chavez, Arjantin'de Nestor Kirchner, Brezilya'da Lula da Silva, Bolivya'da Evo Morales, Şili'de Michelle Bachelet, Uruguay’da Vazquez, Paraguay’da Fernando Lugo, Ekvador'da Rafael Correa, Nikaragua'da Daniel Ortega ile sol iktidara taşındı. Bu süreç Latin Amerika’da bir yandan ABD karşıtı toplumsal hareketlerin güçlenmesine diğer yandan ise IMF programlarını terk edilip, kamusal programların yükselişine tanıklık etti. Kuşkusuz bu iktidarların hiçbiri sosyalist değildi; sürdürdükleri bölüşüm yanlısı ulusalcı, halkçı programlarla bir tür “pembe solu” temsil ediyorlardı. Nitekim bu dönemde sürdürülen bölüşüm yönelimli büyüme politikalarıyla 17 Latin Amerika ülkesinden 16'sında gelir eşitsizliği azaldı. Ancak bu eğilim 2016 yılından başlayarak ABD ve küresel finans kapitalin ve yerli işbirlikçilerinin örgütlediği sivil darbelerle sonlandı. Doğası pembe olan bu iktidarlar James Petras’ın tespitiyle Latin Amerika’daki sağ radikalizmin yükselişine, merkez soldan merkez sağa kayışa ve solun merkeze yönelişine yenik düştüler⁵ ve Brezilya, Paraguay, Arjantin, Şili, Honduras’daki solcu iktidarlar teker teker sağ iktidarlara dönüştü. Son saldırılar Ekvador, Bolivya ve Venezuela üzerinde yoğunlaşmış durumda⁶. Amerikan kapitalizminin tüm bu baskı ve restorasyonlarına karşın 2019 Latin Amerika Baharı'nın kazanımlarını geri isteyen kitlesel eylemlerle toplumsal belekteki yerini aldı. Nitekim, The Guardian, 2019’u Latin Amerika’nın kemer sıkma politikalarına, iktidar yozlaşmasına karşı kitlesel eylem yılı olarak tanımladı. İçinde soldan, ulusalcılığa; kır kökenli yoksullardan kentli sınıf katmanlarına farklı renkleri taşıyan protestolarla tanımlanan yeni bir Latin salınımı… Kesin olan şu var ki henüz bu eylemlerin toplumsal kişilikleri tanımlanmış değil. İktidarlara karşı yüksel bu hareketlerin ortak yönü Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm kitabında 20.yy’ın başındaki çözülmeyi tanımladığı çift yönlü hareketlere benzemesi. Vaatlerini tutamayan iktidarlara alttan gelen bir reddiye ve direnme dalgaları olmaları. Hepsinin ihtilalci karakteri olsa da devrimci yönelimlerini söylemek mümkün değil. Ancak bu çok kimlikli toplumsal hareketler ve pasif direnişlerden, kitlesel sokak eylemlerine uzanan protestolar dünya halklarının kendi yüzyıllarıyla barışık olmadıklarının da açık dışavurumları. Bu süreç neye gebe? Bu soru yirminci yüzyılın başında Rosa Luxemburg’un tarih seçkisini geri çağırıyor: Ya barbarlık ya da sosyalizm…

Gelecek yazımda dünyanın diğer bölgelerinin “yüzyılına” genel hatlarıyla bakarak, 2019 yılını küresel kapitalizmin ana eğilimleri içinde değerlendirmek üzere… İnsan onuruna yakışır “yeni” bir yıl dileklerimle…

1. Günter Grass (1999), Yüzyılım, Gendaş Kültür: İstanbul.

2. Eduardo Galeano (2004), Tepetaklak, Çitlembik Yayınlar: İstanbul.

3. Eric Hobsbawm (2006), Kısa Yirminci Yüzyıl Aşırılıklar Çağı 1914-1991, Everest Yayınları, İstanbul. Eric Hobsbawm (2008), "20. Yüzyılda Savaş ve Barış", Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, Agora Yayınları: İstanbul.

4. Eric Hobsbawm (2008), 21. Yüzyılın Başında Savaş, Barış ve Hegemonya", Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, Agora Yayınları: İstanbul.

5. James Petras (12.19.2017), Latin America: The Pendulum Swings to the Right, Kendi Web Sitesi. Bu yazı üzerinden Latin Amerika solu için bir değerlendirme yazısı için bkz: Hayri Kozanoğlu (13.02.2018) “Latin Amerika Solu ve Seçimler”, BirGün Gazetesi.

6. Bu ülkelerin yakın dönem restorasyonları için Korkut Boratav’ın Sol Haberde yer alan yazılarına bakınız.  


Ahmet Haşim Köse Kimdir?

1960 Samsun doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ İktisat bölümünde, doktorasını Hacettepe Üniversitesi İktisat bölümünde tamamladı. 2000 yılında A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası Ticaret ve Kalkınma kürsüsünde yardımcı doçent oldu. Bu kürsüde sırasıyla doçent ve profesör olarak görev yaptı. 7 Şubat 2017’de bu kürsünün başkanıyken 686 sayılı KHK ile görevinden atıldı. İlgi alanı politik iktisat üzerine yoğunlaştı. Türkiye’de toplumsal sınıf haritaları, gelir bölüşümü, kalkınma alanlarında çok sayıda ortak ve kişisel çalışmalar yaptı. Evrensel ve Sol gazetelerinde dönemsel olarak yazıları yayınlandı. Karaburun Kongresi’nin düzenleyicilerinden biridir.