Dışarıda mevsim bahar mı?
Orhan Kemal’in anlatısında Nazım, topu topu altı ayı kalmış bir suçluyu, sanki kendisi daha 20 yıl yatacak bir adam değilmiş gibi teselli eden çoğunlukla iyimser, kalender bir figürdür. Yaşama sevinciyle dolu, coşkulu bir adamdır. Nazım’ın bahar aylarında hediye gelen bir kasa çileğe kasideler söylediğini, onu törensel hazırlıklar yaparak yediklerini hiç unutamayacaktır yazar.
Anadolu Kültür Direktörü arkadaşımız Asena Günal, geçen hafta Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanlıkları tarafından verilen Alman-Fransız İnsan Hakları ve Hukuk Devleti ödülünü aldı. Ödülü aldıktan sonra yaptığı ve dinleme şansına eriştiğim duygusal, umut verici konuşmasında, bu toplumun ezeli ötekileri olarak dışlanan, hak ihlaline, şiddete uğrayan kadınları, LGBTİ bireyleri, etnik ve mezhepsel ayrımcılığa maruz kalanları, sanat ve kültür alanında çalışanları, akademisyenleri, sol muhalifleri de incelikle andı. Bu ödülü Ekim 2017’den beri tutuklu bulunan Osman Kavala adına aldığını da ekledi.
O salonda onu dinlerken, yaşadığımız coğrafyada aktif olarak siyaset yaptıkları için cezalandırılan sayısız insanın yanında, sanatçıların ve onlara destek veren, eserlerini görünür hale getiren yayıncıların, editörlerin, küratörlerin, mekan sahiplerinin de onlarla aynı kaderi paylaştıklarını tekrar düşündüm. Kültür-sanat faaliyetlerinin politik boyutunu ve bunlara erişimin bir insan hakkı olduğunu Asena da vurguladı. Bu hak için mücadele etmek zorunda kalmak ve bedelini takibatlarla, gözdağlarıyla, saldırılarla, asılsız ihbarlarla, göz altılarla ve uzun hapisliklerle ödemek bizimki gibi bir siyasi kültürü, ahlak anlayışı, hukuk sistemi olan ülkelere has bir dert. Çoğu bu dünyadan göçmüş sanatçıların, gazetecilerin, yayıncıların anılarını, otobiyografilerini, mektuplarını okuduğunuzda, zindanları boylamadılarsa eğer hayatlarını zindana çeviren bu kıyıcı politikalar karşınıza çıkıyor.
Ödül töreninde Asena’nın yaptığı konuşma sırasında Osman Kavala’nın uğradığı haksızlığa esef ederken, ömrünün kayda değer kısmını hapiste, geri kalanını da sürgünde geçirmiş olan Nazım Hikmet’in çilesi düştü aklıma. Eve döner dönmez, Ankara’daki İş Bankası Müzesi’nde açılan Nazım’ın Yolculuğu sergisinde görüp aklıma yazdığım ve sonra da sahaflardan satın aldığım Orhan Kemal’in Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl başlıklı anı kitabını okumaya başladım.
Orhan Kemal, henüz şairlik hayaliyle avunan solcu bir genç adam iken düştüğü Bursa Hapisanesi’ne Nazım’ın nakledileceğini öğrenince sevinçten deliye döner. “Ustan geliyormuş” diye müjdelerler gardiyanlar ona bu nakli, müstehzi bir ifadeyle. Uzun mahpusluk tecrübesinde dışarıdan gelen her şey, ziyaretçi, mektup, haber, yiyecek-içecek, giyecek pek kıymetlidir. Özgürlüğü, ferahlığı, dünya nimetlerini hatırlatan her şey büyük bir coşkuyla karşılanır. Hele şimdi bir de Nazım gelmektedir. Orhan Kemal için en büyük hediye. Bu gelişi kendisi gibi sevineceğini düşündüğü tertiplerine müjdelemeye koşar yazar. Yine bir Nazım hayranı olan İzzet, “Her zamanki alelade bakışlarından birisiyle, taşı, toprağı, çiçeği ezberlenmiş hapisanede konuşacak yeni bir şeyi kalmamış insanların bıkkınlık dolu ağırlığıyla…” çevirir başını heyecan içindeki yazara. Haberi duyunca o da coşacaktır. Fakat taşı, toprağı, çiçeği ezberlenmiş bir yerde kapalı kalmanın yarattığı umarsızlığı, bıkkınlığı, neşesizliği ne güçlü hissettirir bu ilk tepkinin tasviri.
Sabırsızlıkla beklenen misafir nihayet gelir. Nazım tanıştırıldıklarında bütün ihtişamı ve cana yakınlığıyla Orhan Kemal’in eline sarılır ve kendine çeker onu. “O kadar heyecanlandım ki,” der yazar, “tavan sanki dönüyordu. Kafamda Simavna kadısı oğlu’ndan, Benerci’den, Jokont’tan mısralar.”
Bu ihtişamlı şairin herkes gibi “pötikareli bir çula sarılı yatak dengi, meşini eskimiş iki bavulu, bir sepeti” vardır. “Demek o da bizim gibi herhangi bir insandı, şiirden gayri şeyler, fani şeyler de düşünebilir, yatak dengi, bavulu, sepeti olabilirdi?” diye düşünür yazar. Uzun mahpusluğun içerideki herkesi iyi kötü eşitleyen, yakınlaştıran, bazen dışarıda kurulamayacak dostluklara yönelten, bazen de o daracık mekanda her yapılanı göze batar hale getiren tarafları ortaya dökülür böylece. Orhan Kemal’in anlatısında Nazım, topu topu altı ayı kalmış bir suçluyu, sanki kendisi daha 20 yıl yatacak bir adam değilmiş gibi teselli eden çoğunlukla iyimser, kalender bir figürdür. Yaşama sevinciyle dolu, coşkulu bir adamdır. Nazım’ın bahar aylarında hediye gelen bir kasa çileğe kasideler söylediğini, onu törensel hazırlıklar yaparak yediklerini hiç unutamayacaktır yazar.
Hiç boş durmaz içeride Nazım. Kader mahkumu çocuk mahpus İbrahim Balaban’a resim yapmayı öğretmekten tutun da, Orhan Kemal’e Fransızca, bir mahkuma marangozluk, bir diğerine felsefe öğretmeye, birkaç dokuma tezgahı satın alıp yokluk çeken ailesine, Çankırı Hapisanesi’nde yatan Kemal Tahir’e, diğer mahpuslara gelir sağlamaya kadar, akla gelecek-gelmeyecek her türlü eylemle aklını ve bedenini diri tutmaya çalışır. Yıllar sonra, Yahya Kemal’in ölümünün ardından Moskova’dan, memlekette bıraktığı o zamanki karısı Münevver’e gönderdiği mektupta, delilik seviyesindeki bu devinimini şuna bağlayacaktır: “Çalışmak lazım, yaşamak için değil, unutmak için, dalıp dalıp gitmemek için, düşünmemek için kötü kötü.”
Nitekim Memleketimden İnsan Manzaraları’nı cezaevi günlerinde yazmaya başlayacaktır. Memleketin taşından toprağından, caddesinden, sokağından, çarşısından, meydanından tramvayından, hastanesinden, parkından bu kadar zaman, bu kadar uzakta nasıl becerir bu insan portrelerini, bu kadar canlı çizmeyi? Gözlemleyerek, ahbaplık edip kendine benzemezleri tanımaya çalışarak. Bu kapalı kutunun içinde tüm bir memleket saklıdır. Tahsillisi, tasdiknamelisi, hırlısı, hırsızı, hülyalısı, avanağı, habisi, safdili…
Şiirin başlangıcında karşımıza çıkan Galip Usta bunlardan biridir: “Zayıf/korkak/burnu sivri ve uzun/yanaklarının üstü çopur/Merdivenlerdeki adam/-Galip Usta-/tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur.” Laz Eyüp Ağa, İlyas Kaptan, Yayalar köylü İbrahim, Balkanlı muhacirler, Azerbaycanlı Şükrü Bey, Çorbacı Mehmet ve daha niceleri. Ve bir de, başka birçok kadına yaptığı gibi onun da kalbini kıracağı ikinci karısı Piraye’den gelen mektuplar. Orhan Kemal, Nazım’dan ona giden şiir gibi mektuplara karşılık duygularını belli etmekte, dile getirmekte pek de mahir olmadığını düşündüğü bu kadının mektup kağıtlarını doldurmak için kaleme aldığı günlük, alelade hadiselerin, şiirde bahsi geçen adamların hikayelerinin kurulmasında, karakterlerinin çizilmesinde büyük payı olduğunu söyler.
Orhan Kemal, tahliye edileceği gün, bu müstesna koğuş arkadaşını geride bırakmanın hüznü, demir parmaklıkların ardından çıkıp hür düşünceye düşman bir devlet aklının yönettiği açık hava hapishanesine adım atmanın tedirginliğiyle, ustasının üslubunu tutturmaya gayret ederek, okuyunca onun gözlerini yaşartan bir şiir karalayıverir: “Evet/bu hürriyet/kampana, kilit gıcırtısı ve gardiyanlar/bütün bu şeyleri arkanda bırakabilmek hasreti!/Fakat/sana mavi göklerin altından bakmak/seni hapisanede bırakmak!/Demirsiz ve kilitsiz/ampulleri tozsuz/ve gardiyansız/bir başka nevi hapisanede ben./Evet/senin dediğin hürriyet./KO-MİK!/Trenler gelir, gider/istediğin caddeye düşürebilirsin gölgeni…/Hangi hürriyet?/Geç efendim/ilahi üstadım benim.”
Kitabı kapattığımda, uzun mahpusluk yıllarını kendilerine ve mücadelelerine inançlarını kaybetmeden dirençle, onurla ve bu hasletlere sahip oldukları için de üretkenlikle geçiren onca insanı düşündüm. Cahit Sıktı Tarancı’nın dediği gibi, pencereden gün eksilmedikçe iyimserliklerini ve güçlerini kaybetmeyen bu insanlar istedikleri caddeye gölgelerini düşürebilen biz dışarıdakilerden daha bedbin değiller. Fakat dışarıdan bakarak mahpusluğu romantize etmek kolay. İçeride olanın “yaşamak için, dalıp dalıp gitmemek için, düşünmemek için kötü kötü” bir şeylerle oyalanması, avunması elzem. Meşrebine göre, kimi saz çalmayı öğrenir, kimi bir yabancı dil, kimi dışarıdan bir okul bitirir. Osman Kavala’nın Montaigne’den başlayarak klasikleri yeniden okumaya başladığını duymuştuk. Demirtaş’ın, Kışanak’ın, Baluken’in sözleri kitaplar aracılığıyla binlerce kişiye ulaşıyor. 2018’de, 30 yıla yaklaşan mahpusluğu, gölgesini istediği caddeye düşüremeden yine içeride sonlanan ve mahpusluk yılları boyunca mektup ve kısa notlarla başladığı yazarlığını kitaba dönüşmüş öykülerle taçlandıran “en uzak yakın arkadaşımız” Murat Saat’in söylediği gibi, “buraya ait olmadıklarını” ilan ediyorlar bu insanlar içerideki duruşları ve yapıp ettikleriyle: “Ben yazarak ilk önce, buraya ait olmadığımı söylemeye çalışıyorum. Bu mekânın benim karakterim olmayacağını, bunu kabul etmediğimi ilk önce kendime tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum. Bu şekilde başka hayatları yazarken kendimi var ediyorum aslında.”
Bursa’yı ilk ziyaretimde, Nazım hamam iznine çıktığında Piraye ile buluşup hasret giderdikleri Hüsnügüzel’deki havuz başına gidip, mahrumiyeti, hasreti, isyanı ve direnci tahayyül etmeyi denedim. Tecrübe etmeden anlaşılamaz olduğuna kanaat getirdim. En iyisi bu yazıyı, Nazım’ın Bursa Cezaevi’ndeyken kaleme aldığı direngen şiiriyle bitireyim.
YATAR BURSA KALESİNDE
Sevdalınız komünisttir,
on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde.
Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
en âlâ mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde.
Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden,
cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI