Gafletin ve felaketin kaynakları
Kibir olmaksızın böyle bir suikast operasyonunu planlamayı dahi kimsenin aklından geçiremeyeceğini kaydetmeliyiz. Şimdi her şeyi müthiş stratejik hesaplar, taktik incelikler ve bin türlü siyasî-askerî atraksiyona bağlayarak açıklayacak uzmanlar kafamızı şişirmeden, ruhumuzu içine kapanmaya zorlayıp hissizleştirmeden bunu kenara yazalım. Eşitsizliğin üsttekine verdiği zehirli tatmin duygusu ve özellikle gerçek kudrete dayanan kibir, tahmin ediyor ve umuyorum ki, insanlığın şu haline nihayet verecek olan esas nükleer silahtır.
Yakın Doğu Haber’de 2014 Kasım’ında çıkan yazısında Alptekin Dursunoğlu, İran’ın egemen siyasî kültüründe 'uluslararası emperyalizm'in 'kibir'le ilişkilendirilişine dikkat çekiyordu: “1979’daki İslam Devrimi’nden beri İran’da ‘uluslararası emperyalizm’, ‘istikbar-ı cehani’ kavramıyla ifade ediliyor. Kur’an’a ait bir terim olan ‘istikbar’ın, ‘kibir’ kelimesinin türevi olarak emperyalizmin doğasını ifade ettiği vurgulanıyor ve ABD ile iki eşit ülke olarak ilişki kurulamaması da onun ‘istikbari’ doğası ile açıklanıyor.” Tarif ve yaklaşım, filmlerden, müziklerden, dünya yüzeyine dağılmış sanatçılarından ve medenî, nazik insanlarından bildiğimiz, köklü ve derin kültür toplumu İran imgesine ziyadesiyle uyuyor. 'Uluslararası emperyalizm'in tanımında sık sık eksik bırakılan, vurgulanmadığı için önemi ve hayata tesiri ihmal edilen 'kibir' etkenini tam da merkeze yerleştirmesi, global eşitsizlik düzeninin ruhuna dair idrakı geliştirici bir işleve sahip. Tâbir hem İran’ın imgesini zenginleştiriyor hem emperyalizmin tanımını.
Bu tarif ve onun kurduğu isabetli denklemde, kadınlarına hayatın büyük bölümünü yasaklamaya çalışan, bireysel protestoları yıllarca süren hapis cezalarıyla bastıran, sesini çıkaran muhaliflerinin üzerine gözü dönmüş 'muhafız' sürülerini salıp katliamlar yapan, toplumunun kültürel-insanî birikimini iktidar uğruna gözden çıkaran, Kürtlere çektirdiklerinin ve ezcümle melanetinin simgesi olarak mütemadiyen vinçlere insan asan güncel İran rejimi yok. Dolayısıyla, mezhebî bağlantı üzerinden etki ağı kurarak bir nevi fiilî zamâne imparatorluğu -merkezî siyasî yapısı olmayan, adı konmamış bir hükümranlık dairesi- oluşturma peşindeki “Devrim Muhafızları” devleti de yok. Dolayısıyla, Kasım Süleymani de yok.
ESAS NÜKLEER SİLAH
Zaten, Kasım Süleymani artık hiç yok. Bir o cepheden, bir bu cepheden, kâh rütbesiz bir milis kolunu boynuna atmışken, kâh yere serilmiş kilim üzerinde, ateş hattının az gerisinde askerlerle oturmuş çay içerken, yüz doksanında, yaptığı işle hiç bağdaşmayan alçak gönüllülük ve bilgelik ifadelerini yüzüne yerleştirmeyi başardığı fotoğrafları güncellenmeyecek. ABD’nin, sıkı-yakın-anlık istihbarat, titiz-özenli hazırlık, mükemmel uygulama ve akıl almaz şuursuzluk ve sorumsuzlukla gerçekleştirdiği suikast, Kasım Süleymani’yi, Haşdi Şabi liderlerinden Mehdi el-Mühendis’le birlikte ortadan kaldırdı. Bahsedilen kibir olmaksızın böyle bir suikast operasyonunu planlamayı dahi kimsenin aklından geçiremeyeceğini kaydetmeliyiz. Şimdi her şeyi müthiş stratejik hesaplar, taktik incelikler ve bin türlü siyasî-askerî atraksiyona bağlayarak açıklayacak uzmanlar kafamızı şişirmeden, ruhumuzu içine kapanmaya zorlayıp hissizleştirmeden bunu kenara yazalım. Eşitsizliğin üsttekine verdiği zehirli tatmin duygusu ve özellikle gerçek kudrete dayanan kibir, tahmin ediyor ve umuyorum ki, insanlığın şu haline nihayet verecek olan esas nükleer silahtır.
Kudretli zalimlerin elindeki muazzam güçlere rağmen bunu umabiliyorum, çünkü her türlü üstünlük hissi ve kibir, zaten hep içimizde bir yerlerde tek gözü açık uyuklayan şuursuzluğu kolayca uyandırıveriyor. Şuursuzluk; fırsat bekleyen açgözlü yaratık. Hemen koşup geliyor, yapacağını yapıyor. Yardakçısı sorumsuzlukla birlikte. Onları kollayan büyük ağabey, bencilliktir. “Bize bir şey olmaz” diyor o. “Alt tarafı birkaç asker, diplomat, yolunu kaybetmiş birkaç salak turist öldürürler, biz de gider Süleymani’yi gömecekleri kabristan neredeyse İran’ın o şehrini bombalarız.” Netice itibarıyla, El-Kaide İkiz Kuleler’i indirince hangi ABD’li muktedirin evinden tabak eksildi? Hangi büyük şirketin kârı azaldı?
'HER ŞEYİN BAŞI'
Geçelim öbür tarafa. Süleymani, ABD-İsrail (ve Arap işbirlikçileri, Suudiler, emirlikler vs.) cephesinden hazzetmeyenlerin çoğu için kahraman, azı için de en azından muteber kişiydi. Önemini, işlevini zaten düşmanları da hiçbir zaman hafifsemedi. Onun hakkında okuduğum en güzel tanımı, Politico’nun Fransa muhabiri Rim Mümtaz yaptı: “İran-destekli her şeyin başı” (“the head of all Iranian-backed anything”).
Sahi, Süleymani ne arıyordu, birkaç ülkeye yayılmış cephelerde, doğrudan İran devletinin görevlilerince komuta edilen milislerin arasında? Ülkende muhaliflerine ne zulüm yaparsan yap muteber sayıldığın 'anti-emperyalizm'in şampiyonlarına bakarsanız, Kudüs Gücü komutanı, üniforma giyip eline silah almış Gandi ile imana gelip İslâm’ı seçmiş Che Guevara arası bir mucizevî şahsiyetti. Doğrusu bağırıp çağırmayan, hafif yana eğik başıyla, ileteceğini sessizce ileten, kendine özgü Şarklı bir karizması vardı. Savaş ve silahın yüceltildiği ortamımızda ondan etkilenenleri anlayabiliriz.
Fakat İran, ABD’nin geleneksel ustası olduğu oyuna girdiyse, 'hayalet general'inin kendini azıcık sakınması gerekmez miydi? Süleymani sürekli ortalıktaydı. Instagram fenomeni gençler gibi mütemadiyen fotoğrafları paylaşılıyordu.
Ve, şimdi pek iyi anladık ki, bütün bu halkla ilişkiler serüveni esnasında, -fotoğraf çekimi aralarında!- ABD istihbaratı onu adım adım izleyebiliyordu. Ancak!.. Evet, ancak, büyük ihtimalle, Süleymani’nin bu kadar kesinlikle ve isabetle saf dışı bırakılmasına yol açan suikast, üstün teknolojiye dayalı, uzun, zahmetli, titiz istihbarat çalışmasından çok, 'yakın' ve 'insanî' denen istihbarat sayesinde yapıldı. Bazı uzmanlara göre, bu zamanlamayla bu tarz bir suikast, yakından anlık bilgi alındığına delalet.
İran devleti açısından en aşağılayıcı olan, sanırım, işin bu kısmı. Çünkü komutanın yakınında hainler vardı demek. Yok, eğer Süleymani’ye suikast anlık bilgiye dayanmıyorsa, Kudüs Gücü komutanı zaten hep ABD’nin elindeydi, uygun gördüğünde öldürdü demek; bu da yeterince aşağılayıcı.
Kendi ülkesinin sınırları ötesinde birtakım kirli oyunlara kalkışanların bu hadiseyi enine boyuna incelemesi beklenir.
ANKARA'NIN SESSİZLİĞİ
Bu yazıyı yazmak için oturduğumda saat 15:00 sularıydı. Ve henüz Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’in müstakbel hakimi Türk-İslâmcı iktidardan, iktidarla bağlantılı kabul edilebilecek herhangi bir kimseden, başkandan, yardımcılarından, her zaman çıkıp atıp tutan zevattan, Türk’ün cihan hakimiyeti tesis edildiğinde bütün bu meselelerin halledileceğine dair olsun, geleneksel nalıncı keserliği bünyesinde, ‘herkes kötü, biz iyiyiz’ imanı tazelemeye yarayacak palavralardan olsun, tek laf işitmemiştik. Yazarken arada bakıyor ve açıkçası biraz da oyalanıyor, bekliyordum. Çünkü suikastten bunca saat sonra Ankara’nın hâlâ ne diyeceğine, nasıl tavır alacağına karar verememiş oluşu, başlı başına çok şey demekti ve, olmaz ya, bu açığı kapatacak, düşülen vaziyeti telafi edecek bir açıklama yapılırsa isabetsiz izlenim yaratmış olmayı istemezdim. Nâçizâne, 16:30’da atılmış bakanlık tweet’ini müteakiben okuduğum Dışişleri açıklamasını bugünkü iktidarıyla Türkiye’nin uluslararası alandaki yeri bakımından pek anlamlı gösterge sayıyorum.
Anlaşılıyor ki, büyük dostumuz Donald Trump, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la görüşmüş, telefonda ona bir şey belli etmemiş, kapattıktan sonra emir vermiş, “Şu Süleymani’yi öldürün!” diye. Ya da görüştüklerinde emir zaten çoktan verilmişmiş. “Yanı başınızda savaş çıkarıyoruz, haberiniz olsun” diye azıcık çıtlatmamış; aşkolsun!
'Türkiye’nin yeri' falan derken, bunu kastetmiyorum elbette. Suikasttan dokuz-on saat sonra, olanlardan ilk elde etkilenecekler listesinin başlarında yer alan ve muazzam uluslararası iddialarla muazzam badirelere balıklama atlayan devletin yetkililerinden, içi boş olsa dahi “duruma hakimiz” izlenimi yaratacak tek tavır görülmemiş oluşu, Türkiye ile alıp vereceği olan herkesin bir tarafa kaydedeceği, mühim zaaftır. Dışişleri’nin dokuz-on -belki daha fazla, tam hesaplayamadığım için, abartma olmasın diye böyle yazıyorum- saat sonra yaptığı açıklama, olayın hemen ardından söylenebileceklerden ibaret: “Bölgemizin barış ve istikrarına zarar verecek”, “bölgedeki güvensizlik ve istikrarsızlığı artıracak”, “istikrarı tehdit eden tırmandırıcı adımların şiddet sarmalını artıracağı”, “tüm tarafların zarar göreceği”, “tüm tarafları sağduyu ve itidal içinde hareket etmeye”… filan. Bunlara bir de hem “dış müdahalelere” hem de “mezhepçi çatışmalara” karşı olmayı ekliyorsun, oluyor. Açıklamadaki somut tek laf, “her zaman karşı” olunduğu söylenen şeylerin arasına “suikastlar”ın da katılması ki, böyle söylendiğinde, mazallah, Bağdadi suikastı falan da akıllara düşebilir, “karısını da biz tutukladık, şişinmiyoruz”lar yetmeyebilir, ilave izahat gerekebilir.
Oysa daha ilk andan, “olanları izliyoruz, duruma hakimiz” yollu bir tutum göstermek, birden patlayabilecek bir savaşta ülkesini korumakla yükümlü olduğu -kendini yurttaş sanan bizim gibi kimi safdillerce hâlâ- varsayılan devlet yetkililerinin aslî görevi. Buna karşılık, yanı başında cereyan eden bu kadar mühim bir olay üzerine dokuz-on saat susuyorsan, bu tek anlama gelir: Ne edeceğini bilemiyorsun, “aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” diye oturduğun yerde debeleniyorsun, göstereceğin tavırların onu veya bunu kızdırabileceğinden çekiniyorsun, vs.. Çünkü aslında sandığın kadar bağımsız, pazarlamaya çalıştığın kadar güçlü falan değilsin. İktidar olarak şahsiyetli de değilsin. Ayrıca elini kolunu bağlayan saplantıların, takıntıların var. Oysa şimdi ne güzel anti-emperyalizm yapılırdı. -Tahran’daki eli kanlı iktidar sahiplerinin değil- “Allah’ın hizmetkârıyım” edâsıyla boynunu bükmüş, tevazuyla gülümseyen, yorulmak bilmez imanlı komutanın fotoğraf albümü eşliğinde! Gelin görün ki, İran Şii! Üstelik Osmanlı’nın ezelî rakibi. Üstüne üstlük, Kürtlerin bir kısmını da o zaptürapt altında tutuyor. Mazallah.
Yeni onyıl önümüze feci olasılıklar açarak başladı. Keşke güç odaklarına ihtirasları ve kibirleri tarafından saptırılıp şuursuzluk ve sorumsuzluk yoluna sokulmuş bencil zalimler yön vermeseydi.