Duvara doğru koşu hevesi
Kasım Süleymani olayı, ABD Bağdat Büyükelçiliği baskınıyla başlayan süreçte kimin cüretinin yanlış hesaba dayandığını gösterecek. Tıpkı Türkiye’nin ABD-Rusya-İran denkleminde Suriye ve Libya adımlarının fazla uzun sürmeyecek bir gelecekte getirecekleri gibi.
“2020 ne getirecek?” sohbetleri yılbaşı mahmurluğundan tam sıyrılamadan Bağdat’tan gelen bir haber, gelecek belalar konusunu birkaç seviye yukarıya çıkarttı. ABD’nin düzenlediği bir suikast operasyonuyla, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi sadece bu yılı değil önümüzdeki yılları etkileyecek bir gelişme. Kasım Süleymani, hem kişisel tarihi hem de geniş bir bölgede olup bitenlerdeki etkisiyle, tartışmalı olması yanında, çok önemli olduğu konusunda net bir mutabakat olan bir aktördü. Tartışmalı hikayesi ve üstlendiği kritik fonksiyonu, hem dünyada hem Türkiye’de öldürülmesine verilen tepkilere de yansıdı elbette. Aynı siyasi çevrelerin, iktidarın ve muhalefet ittifakının farklı kanatları, tamamen ayrışan hatta ciddi biçimde çelişen tepkiler verdiler. Bir kısım yorumcu Süleymani’nin önemli bir anti-emperyalist olduğunu, ABD ve İsrail’e kök söktürdüğünü düşünerek üzüldü. Bazı değerlendirmelerde, Kasım Süleymani’nin kendi tarihinde imza attığı kritik şiddet hamlelerine işaret edildi. Türkiye’de mezhepçilik gölgesi düşmüş politik pozisyonların etkisini, aşırı pragmatik reflekslerin tutarsızlığını ve temelsiz özgüvenin beslediği şaşkınlığı bu olayda da gördük. Türkiye’nin resmi açıklamalarında, tepki göstermekten çok “istikrarsızlığı artırma tehlikesine” değinmekle yetinildi. Ancak herkesin birleştiği nokta; bu olayla artık yeni bir dönemin açıldığı, bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağı.
21. yüzyılın beşte biri tamamlandı. Milenyumun daha başında yaşanan beklenmedik 11 Eylül’den sonra ve ardından yaşanan pek çok olayda, defalarca “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” söylendi ve dünyadaki sarsıcı türbülanslar bunu doğrulayarak öngörülebilirliği iyice tüketti. Hatta süreklilik kazanmış bir beklenen sürprizler dönemi başladı. Yaşananların, olmasına değil olduğu zamana şaşırılan on yıllar geçirdik. Duvarların yıkılması ve Sovyetlerin dağılmasına kadar geriye taşırsak, neredeyse 30 yıllık (bir nesil) “acayip zamanlar” dönemi geçirildi. Birileri “tarih bitti” derken, tarihin kendisine ve bize ne yapacağına bir türlü karar veremediği bir sürüklenme hali yaşandı. Canlı yayınlanan, yalanın silah olarak kullanıldığı savaşların; ekonomik krizlerin, büyük insanlık dramlarının, küresel felaketlerin tehdit olmaktan çıkıp yaşanan hakikatler haline geldiği yıllar. Bilgi çağı adının yanına, o “bilginin” bir anlamı kalmamasına neden olan “gerçek sonrası” (post-truth) sıfatını ekleyebilen düşünce iklimi. “Yeni dünya düzeni” denilenin, kendini devam ettirme zorlamasından ibaret bir düzensizlik olduğunu idrak süreci. Otuz yıl içinde, “artık hiçbir şey (eskisi gibi) aynı olmayacak” değerlendirmesine konu olan onlarca vaka yaşanıyorsa, defalarca Pandora’nın kutusunun açıldığı iddia ediliyorsa, “dünyayı patlatacak fitil” tekrar tekrar yakılabiliyorsa, konuştuklarımız geleceğe dair değil bugüne ilişkin olmalı.
Kasım Süleymani, herhangi biri değil, resmi olarak İran Ordusu’nun –üstelik çok önemli- bir komutanı. Yani Bin Ladin veya Bağdadi’nin öldürülmesi gibi bir durumdan ya da savaş esnasında araya kaynayacak bir oldubittiden bahsetmiyoruz. Ayrıca ABD bunu yaptığını açıkça ilan ediyor ve bunu gurur duyduğu bir mecburiyet olarak ifade ediyor. Diğer yandan resmen savaşta olmadığı bir ülkenin generalini öldürmüş ABD’nin Dışişleri Bakanı, hala “gerilimi düşürmekten” bahsedebiliyor. Bir anlamda, savaş ilanı sayılabilecek bir hamlenin sonrasında, “savaşın kabulü” adımını karşı tarafa bırakıyor. Yeni dönemin garipliklerinden biri de bu işte: Sonu savaşa açılabilecek bazı hamlelerin, diğer aktörlerin karşılık verilebilme kapasitesine veya cesaretine bağlı olarak fütursuzca icra edilebilmesi. Açık çatışmalar olmadan yıllarca sürdürülebilen daimi savaş hali veya vekalet savaşı taktikleri böyle yürütülüyor. Ancak bu durum, bazen -Türkiye’nin son yıllarda sık başvurduğu gibi- kapasitenin üzerinde hamleler yapılmasına, bazen de verilebilecek karşılıkların fazla hafife alınmasına neden olabiliyor. Kasım Süleymani olayı, ABD Bağdat Büyükelçiliği baskınıyla başlayan süreçte kimin cüretinin yanlış hesaba dayandığını gösterecek. Tıpkı Türkiye’nin ABD-Rusya-İran denkleminde Suriye ve Libya adımlarının fazla uzun sürmeyecek bir gelecekte getirecekleri gibi.
Bağdat’ta yaşanan olayın, Trump’ın seçim senesi sıkıntılarıyla, İran’ın vereceği tepkinin iç politikadaki sorunlarıyla bağı hakkında çokça konuşuluyor. Son yıllarda Türkiye’de çok net örneklerini yaşadığımız gibi, dış politika ve iç politikanın birbirine çok fazla karışması meselesi, bütün dünyaya yayılan dönem ruhuyla ilgili. Küreselleşme ve (palavra veya yalan) bilgi dünyasının kontrol edilemeyen komplikasyonları, bu karışıklığı besliyor. Fakat bu kokteyl, bir yandan da yeni moda iktidar formlarının bilinçli tercihi aslında. Popülist siyasi söylem, çok ihtiyaç duyduğu düşmanlar üretmek veya düşmanlıkları elverişli biçimde sürdürmek için dış dinamikleri daha rahat kullanıyorlar. Aynı şekilde, yalandan güç ve başarı gösterileri imal etmek için de dış politika çok daha fazla imkan sunuyor. Sonuçları kolayca algılanabilecek somut sorunlara müdahale konusunda zorlananlar hemen dışarıya kaçıyor, içeride hikaye tükenince dışardan yeni malzeme taşınıyor. Trump’ın İran’da, Türkiye’nin Libya’da bela arıyor olması bu yüzden. Milli çıkar, kırmızı çizgi, değerli yalnızlık, ahlaki mecburiyet veya zorunlu adım gibi içi istendiği şekilde doldurulan kavramları tarif etme tekeli siyasi kalkan sağlıyor. Son 30 yıllık “yeni dünya düzeni” bu krediyi fazlasıyla kullandı ve son yıllarda da cömertçe kullandırdı. Fakat ekonomide borçlanmaya dayalı büyümenin çarptığı duvara benzer bir engel giderek daha hızlı yaklaşıyor galiba.