Türkiye Libya'da neye güveniyor?
Libya’ya asker göndermek, bir iç savaşa bu derece taraf olmak her durumda çok riskli. Örneğin, BAE ve Mısır, Türkiye’yi burada cezalandırma, bir bedel ödetme konusunda avantaj yakalamış olabilirler. Kaldı ki, burası Ortadoğu ve siyaset her an dönüşebilir. Ama Erdoğan şu an Libya’da kendisini garanti altına alan bir hamlede bulundu ve bazı tahminlerin aksine bundan bazı avantajlar sağlayacak.
Türkiye, AKP’nin izlediği politikalarla, Doğu Akdeniz’de şöyle bir ikilem içine girdi. Bir yandan Doğu Akdeniz jeopolitiğinde mutlak bir dışlanma, Libya’da ise yine tek başına, başka hiçbir ülkenin yapmadığı türden bir askeri angajman. Geçen yazıda, ikincisinin yani Libya’ya asker göndermenin, ilkindeki dışlanmayı kırmaya yönelik bir hamle olduğunu ele almıştım. Bu hamlenin içinde ciddi riskler taşıdığı çok açık ve bunlar yeterince tartışıldı. İçeride ekonomik ve siyasal açıdan sıkışmış olan, Suriye’de üç bölgeyi askeri olarak kontrol eden ve İdlib’te çıkmaza düşen Türkiye’nin tarihinde ilk kez bu kadar uzak deniz aşırı bir coğrafyada askeri operasyona girmesi, bir iç savaşa taraf olarak asker göndermesi açıklanmaya muhtaç bir gelişme. Bunun için AKP’nin İhvancı güdülerle hareket ettiği, çökmüş bir proje olan Yeni Osmanlıcılığın canlandırıldığı gibi değerlendirmeler yapıldı. Bu yazıda AKP iktidarının Libya’ya asker göndermesinin, Türkiye’nin içinde giderek güçlenen sınır ötesi askeri varlık gösterme hevesiyle, ABD’nin Libya siyasetinin aynı noktada örtüşmesinin bir sonucu olduğunu savunacağım.
TUHAF BAĞLANTILAR
Libya krizine dahil olan aktörlerin gruplaşmasına baktığımızda, dış politikanın işleyiş mantığını zorlayan bazı tuhaf durumlar var. Bunların tam olarak açıklanması hiçbir zaman mümkün de olmayabilir. Örneğin, Hafter bir Amerikan vatandaşı ve bu ülkede 20 yıla yakın yaşamış biri. Yaygın görüş CIA hesabına çalıştığı yönünde. Ama Hafter bu krizde Rusya’ya yakın görünüyor. Yine, ABD müttefikleri olan Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, ABD’nin de meşru kabul ettiği Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne (UMH) karşı Hafter’i destekliyorlar. Türkiye ve açık angajmana girmeyen ve yine ABD müttefiki olan Katar ise UMH’yi destekliyor. Libya’da enerji alanında yatırımları olan Fransa Hafter’in yanındayken, İtalya, kendisini bağlamasa da UMH’ye yakın duruyor.
'OKUL BAHÇESİNDEKİ KAVGA' LİBYA’DA
Hatırlanacağı üzere, Türkiye’nin Ekim 2019’daki Suriye operasyonunda Trump Türkiye ve PYD’yi “okul bahçesinde kavga eden çocuklar’’a benzetmişti. Öyle görünüyor ki, benzeri bir durum ABD açısından şimdi Libya’da yaşanıyor. İlk bakışta ABD’nin Libya politikası kendisinden beklenmeyen bir ilgisizlik, mesafe, siyasal çözümü zorlamak gibi görünüyor. Ama derine inince iki kritik eğilim dikkat çekiyor. Birincisi, Irak, Suriye ve Yemen’de olduğu gibi Libya’da da çatışma dinamiğinin kronikleşmesinin ABD açısından tercih edilen bir politika olduğu görülüyor. Bu stratejinin nedenlerini başka bir yazıda derinlemesine tartışacağım. Ama Rusya hariç, Libya krizindeki bütün aktörlerin bir şekilde ABD müttefiki, ABD’yle bağlantılı olduğu da ortada. Bu arada yalnızca bir ABD müttefiki değil, Washington’a doğrudan bağlı küçük bir emirlik olarak bilinen BAE ise Çin malı silahlı İHA’larla hava gücü olmayan UMH güçlerine büyük kayıplar verdirdi. Mısır, S. Arabistan ve BAE üçlüsünün “Hafterci”, Türkiye’nin “Serrajcı” pozisyonlarına dair ABD’den ciddi bir eleştiri gelmediği gibi, BAE’nin Çin üretimi silahlı İHA’ları devreye sokmasına da, Kongre’den yükselen bir iki itiraz dışında, herhangi bir tepki olmaması manidar.
HAFTER’İN İLERLEMESİ VE DENGENİN BOZULMASI
İlginç bir şekilde Rusya tıpkı Suriye’de olduğu gibi 2015’ten itibaren Hafter üzerinden giderek Libya’da askeri ve başka açılardan bağlantılarını güçlendirmeye başladı. Hafter’in Moskova’yı ziyaretleri, askeri destek almaya başlaması, bir ihtimal bir “istihbarat sapması” yani ABD’ye çalışması beklenen bir aktörün taraf değiştirmesi olarak da görülebilir. Her durumda Rusya önce silah sağlayarak, Mısır-Libya sınırında üs kurup buradan destek olarak, S-300 füze sistemi yerleştirerek, Hafter’in denetim altında tuttuğu bölgede ekonominin işlemesi için para basarak ve en son özel güvenlik şirketi Wagner paralı askerlerini göndererek çatışmanın iyice içine girdi ve sahada belirleyici olmaya başladı. Rusya’nın, Suriye’den sonra Libya’da da askeri varlık göstermesi ama özellikle bir Hafter zaferi hem çatışma dinamiğini sona erdirecek, hem de Rusya’ya avantaj sağlayabilecekti ve bu da ABD açısından stratejik kayıp anlamına gelecekti. O yüzden, Hafter güçlerinin sahada üstünlüğü ele geçirdiği dönemde Kasım 2019’da ABD’nin çok dikkat çekmeyen diplomatik müdahaleleri gelmeye başladı.
ABD önce açıkça Hafter’e saldırıyı durdurması çağrısında bulundu. 14 Kasım’da UMH bakanları Washington’a ziyarette bulundular. Ardından Dışişleri Bakanı Pompeo BAE Dışişleri Bakanı'yla görüştü ve son olarak 25 Kasım’da güvenlik ve diplomasi bürokrasisinden oluşan bir ABD heyeti açıklanmayan bir yerde Hafter ile görüşerek Trablus üzerine ilerleyişini durdurmasını istedi. Hafter özellikle de Rusya ile ilişkileri konusunda uyarıldı. Türkiye’nin UMH ile imzaladığı iki mutabakat muhtırasının tarihi ise 27 Kasım. Tabii ki bunun görüşmeleri uzun süredir devam ediyordu ama sonuçlandığı tarih bu açıdan dikkat çekicidir. Yani, Türkiye’nin Libya mutabakatı ve askeri angajmanı, bu sorunda son dönemdeki kırılma noktası olan kasım ayında gerçekleşti.
ERDOĞAN’IN HAMLESİ
Libya’ya asker göndermek, bir iç savaşa bu derece taraf olmak her durumda çok riskli. Örneğin, BAE ve Mısır, Türkiye’yi burada cezalandırma, bir bedel ödetme konusunda avantaj yakalamış olabilirler. Kaldı ki, burası Ortadoğu ve siyaset her an dönüşebilir. Ama Erdoğan şu an Libya’da kendisini garanti altına alan bir hamlede bulundu ve bazı tahminlerin aksine bundan bazı avantajlar sağlayacak.
İlk olarak içeride ulusalcı güçlerle işbirliğini sıkılaştırdı. Her ne kadar Avrasyacı kanat Rusya ile karşılaşma riski yüzünden asker gönderme fikrinden rahatsız olsa da, son Putin ziyaretiyle bu sorun da aşılmış oldu. Yine bir başka yazının konusu olacak bu “Türkiye’nin savunması dış hatlardan başlar” tezine AKP iktidarının giderek bağlandığı görülüyor. Adı konmamış bir yeni güvenlik doktrinine dayanan bu anlayış doğrultusunda Türkiye büyük bir olasılıkla Libya’da bir askeri üs elde edip kalıcı olmaya çalışacak. Dikkat edilirse Erdoğan Libya operasyonunda hiçbir şekilde İslamcı bir gönderme yapmayıp, “Mustafa Kemal de Libya’daydı”, “Akdeniz’de Sevr” gibi ulusalcı/milliyetçi tezleri dillendirmeyi tercih ediyor.
İkincisi, Libya konusu şu an AKP ile ABD arasında adı konmamış bir yeni işbirliği alanı açtı. Rusya ya da daha otonom hareket eden Fransa’nın sürpriz bir hamleyle Trablus’a girmesi ihtimali, Türkiye’nin krize askeri olarak dahil olmasıyla azaldı. Bütün sıkıntı ve yaşanan sorunlara rağmen TSK hâlâ bu coğrafyada bir “marka değeri” taşıyor. Bundan sonra Türkiye’nin askeri yardımı/silah satışı, teknik desteği aratacak. Ama Türkiye, Hafter güçlerini geri püskürtüp, UMH’nin bütün Libya’da hakimiyet kuracağı bir karşı operasyona da girişmeyecek. Libya’nın bu istikrarsız görünümü muhtemelen uzun süre devam edecek, bölünmüşlüğü neredeyse kalıcılaşacak.
Üçüncüsü, bir süredir güçlenen hükümete yakın “askeri-endüstriyel kompleks” için mutabakat imzalandığı için daha legal bir ticaret alanı ortaya çıkmış olacak. Başta Bayraktar olmak üzere, silah satışı Libya macerasının bir diğer boyutunu oluşturacak.
Sonuncu olarak, bir avantaj olmasa da, Erdoğan, Putin ile yine sorunlu bir konuyu krize dönüştürmeden halletmiş görünüyor. En azından iki lider, Libya’da, karşılıklı çatışma ihtimalini azalttılar.
Libya krizinde böylece yeni bir aşamaya gelindi. Türkiye burada kritik bir rol oynadı, Erdoğan yönetimi iç dengelerle ABD’nin genel stratejisinin gereklerini gayet iyi bir şekilde birleştirdi, Rusya’yı da bu şemaya şimdilik dahil edebildi. Bu siyaset, öte yandan Fransa, Mısır, S. Arabistan, Yunanistan ve BAE’den oluşan karşı blokun sıkılaşmasına neden oldu ve şu anki statüko, bu blokun yeni bir hamlesine kadar devam edecek.