İnsan komünistse kolay öğrenir
Cemal Amca (Kıral), yıllarca Türkiye’de komünist bir gelecek için, işçi örgütlenmelerinde çalışmış. Bulgaristan’da başlayıp, Türkiye’de devam eden yol hikayesi ise 12 Eylül’ün kör karanlığı ile birlikte sonu gelmez bir göçmenlik hikayesine dönüşmüş.
Kurgulanmış ve ileriye doğru akıp gittiği sanılan zamanın içinde, göremediğimiz, bilemediğimiz bir geleceğe doğru ilerlediğimizi sanırken tutunacak, hayatı hakkıyla yaşamamızı sağlayacak farklı zaman ufuklarına (1) ihtiyacımız var. Farklı zaman ufukları arasındaki karmaşık ilişkiler bilgiyi, deneyimi, anlamı, hatta aşkı ve umudu yaratırlar. Çünkü bunların her biri şimdiye dair olmasına rağmen, varolabilmek için farklı zamansal ufuklara gereksinim duyar; hepsi de zamanla ilgilidir. Şimdi ve burada varolan, bir zamanlar olmuş olan ve henüz olmayanın farklı biçimlerde bağlanması ile açığa çıkarlar.
Sürekli “yeni başlangıçlara” açık olsak da bu yeni başlangıçlar için bile yaşam ve eylem gücünü arttıracak bir geçmişi bilme gereksinimi duyarız. Çünkü her yeni başlangıçta, bütün bir hayatı yeniden yaşamayı arzulayacak kadar yaşanılan hayata hakkını verme arzusu, hayata sadakat, gerekiyor. Diğer türlü geçmişte yaşanılanların ve yaşamış olanların, üst üste yığılmış ölüler yığınının üstüne basarak ileriye gidilebileceğini sananlardan ya da geçmiş yığının içindeki adaletsizlik ve haksızlıklar dışında hiç bir şeyin farkına varamayıp, bıkkınlık içinde varolanı sürdürüp durmayı kabul edenlerden oluyoruz. Oysa “hayatı onu hep yeniden yaşamayı isteyecek” biçimde yaşamak lazım.
İşte bu yüzden hatırlamak bir görev, ama hatırladıklarımıza karşı bir görev değil, kendimize ve anlatacaklarımıza karşı bir görev. Ricoeur (2) hatırlama görevini anlatırken bununla birlikte Arendt’in ölümlere rağmen, izlerin aşınmasına rağmen, eylemin devam etmesinin nasıl mümkün olduğu sorusuna verdiği yanıtı hatırlatıyor. Eylemin devamı için iki koşul bir araya geliyor: Bağışlamak ve vaat etmek, Yalnızca insan, bağışlamayla bağlarından kurtulma ve vaat etmeyle bağlanma yeteneğine sahip.
***
Geçen yıl bu zamanlar, 16 Şubat 2019’da, bir komünist İzmir’de dünya üzerindeki yolculuğunu tamamladı. Haber Paris’in kıyısındaki bir banliyöde iki kişinin yaşadığı 50 metrekarelik bir eve birkaç saat içinde ulaştı. İşte bu yazı, o komünisti hiç görmemiş olsalar da aylarca her gün posta kutusundan ona gelen postaları toplayan, yatağını, banyosunu, mutfak eşyalarını kullanan, hiç görmedikleri bir insanı evdeki küçük ayrıntılardan tanımaya, anlamaya çalışan, ama en çok kendi memleketlerinden yarı gönülsüz çıktıkları yolculuğun sonunda geldikleri yabancı bir şehirde, gerçek bir komünistin mesafeleri ve zamanları aşan dayanışmasına ve hayat yolculuğuna tanık olma şansını bulan iki kişinin hatırla(t)ma görevi…
Cemal Amca (Kıral) hayat yolculuğunu sadece zamanda değil, kentler, ülkeler, coğrafyalar boyunca gerçekleştirmiş. Her kent, her ülke, her coğrafya yeni bir yolculuksa onun hayatı tek bir yolculuktan değil, bir sürü yolculuktan oluşmuş. 1932 yılında Bulgaristan’da doğmuş. Bulgaristan’ın güney bölgesinde Cebel’e yakın bir köyde. Çocukluğu o köyde geçmiş. Yıllar sonra bile özlediği, ama bir daha hiç gidemediği o yerde, Bulgaristan Partizan Hareketi'nin coşkulu kahramanlık hikayelerinden çok etkilendiğini ve hiç unutmadığını söylüyor. 14 yaşına geldiğinde komünist olmayı seçmiş. Bulgaristan İşçi Gençlik Birliği'nde başlayan siyasi yaşamı, Dimitro Halk Gençlik Birliği’nde devam etmiş. Bulgaristan’da geçen gençliğine damgasını vuran duyguyu ise “hazıra konmuşluk duygusu” olarak adlandırıyor.
1950’de tüm ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etmiş. 18 yaşında genç bir komünist olarak Türkiye’ye doğru çıktığı yolculuğu ise “hazıra konmuşluk” halinden kurtulma, neredeyse yoktan var edilecek bir mücadeleyi başlatma ile anlamlandırmış. Ailesi ile birlikte ilk durağı Manisa Akhisar. 1951’de İzmir’e gelmiş. İzmir’de yaprak tütün işletmelerinde işçi olarak başlamış. Kendisi gibi tütün işçisi olan eşiyle 1953’te evlenmiş. 1950’lerin ortalarında yine kendi deyimiyle hazıra konmuşluğundan kurtulmasını sağlayacak, yeniden başlangıçlar yaratmayı uman bir ilişkiler ağına dahil olmuş.
Cemal Amca, yıllarca Türkiye’de komünist bir gelecek için, işçi örgütlenmelerinde çalışmış. Bulgaristan’da başlayıp, Türkiye’de devam eden yol hikayesi ise 12 Eylül’ün kör karanlığı ile birlikte sonu gelmez bir göçmenlik hikayesine dönüşmüş.
12 Eylül geldiğinde TKP’nin merkez komitesi üyesi ve Ege yöre komitesi sekreteriymiş Cemal Amca. Bir yıl kendi ülkesinde kaçak yaşamış. Fotoğrafları garların duvarlarına, otobüs duraklarına asılmış, aranıyor baskısıyla… Her ne kadar kendisi o yıllarda ülkeyi terk etmemeyi savunsa da parti kararı doğrultusunda ve yakalanmasının diğer parti üyelerinde yaratacağı panikten ötürü 1981 yılında atlamış otobüse, geçmiş Sofya’ya sahte pasaportuyla. Bulgar yoldaşları karşılamış ve misafir etmiş Cemal Amca'yı. Ne var ki aynı Bulgaristan o günlerde cuntanın başı Evren’i de misafir etmiş. “Şahin bakışlı general” demişler gazetelerde. Cemal Amca, “olacak şey değildi” diyor yıllar sonra o günleri anlatırken.
Sonraki durağı Doğu Berlin olmuş. Doğu Berlin’de “yoldaşlar üzerimize titriyorlardı” diyor, ama Türkiye’den haber almanın zor olduğu, gazetelerin gelmediği, en önemlisi ailelerle hiçbir iletişimin kurulamadığı zamanlar. Bir yıl sonra Paris’e gitmiş. Paris’te “Türkiyeyle Dayanışma” grubunu kurmuş başka yoldaşlarıyla. Dünya Barış Konseyi’ne üye olmuş. Köln’de bütün Avrupa'dan meslek örgütlerinin, sendikaların, partilerin katıldığı “Anayasaya Hayır” konferansının düzenleyicileri arasında yer almış. O sıralar Yunanistan’a geçmiş. Yunanistan’da Yunan bir yoldaşının evinde kalmış iki yıl. Bu iki yıl boyunca Yunan ailenin bir ferdi gibi yaşadığını söylüyor Cemal Amca ve ekliyor “gerçek yoldaşlık ilişkileri böyledir”…
Yunanistan’da bir doktorun villasında bahçıvanlık yaparken, İstanbul’dan göç ettirilmiş bir Rum kadının eve bıraktığı gazeteyi okuduğunda kendi haberiyle karşılaşmış: “Cemal Kıral Türk vatandaşlığından çıkarıldı.” Hasırdan sandalye, mobilya örmeyi öğrenmiş Yunanistan’da. 4,5 yıl kalmış. Yunanlı yoldaşlarının dostluğunu, sıcaklığını hiç unutmasa da İstanbullu Rum dostlarının yeri hep ayrı olmuş. Paris’e geri dönerken iki tane yeni mesleği varmış, ama asıl işi daima partisi olmuş. Merkez komitesinin tamamı ülke dışında olan bir partinin anlamı olmadığını savunarak, “Parti bizim Türkiye’ye dönme zeminimizi hazırlayamıyorsa, bırakın merkez komitesi üyeleri kendi dönme zeminlerini yaratsın” demiş ve aynı dönemde TBKP tartışmaları başlamış.
TBKP’nin merkez komitesinde kısa bir süre yer almış ama yeni partinin oluşma biçimi ve TKP’nin kapatılması hiç içine sinmemiş. Tekrar vatandaşlığa alınmak için başvuru yapmak da içine sinmemiş. “Ben kendim çıkmadım ki niye başvurayım” demiş. Daha sonra Meclis’te çıkan bir kanunla vatandaşlıktan çıkarılma işlemleri iptal olunca yeniden Türkiye vatandaşı olmuş. O zamana dek Paris’te hayatını sürdürmek için her işi yapmış. Bahçıvanlık ve hasır örmenin yanında bir başka meslek daha edinmiş. Antika tamirciliği. Hatta Paris’in sayılı antika tamircilerinden birisi olmuş. “İnsan komünistse kolay öğrenir” diyor…
En çok Nazım Hikmet’i sevmiş… Bir de Don Kişot’u… Doğu Berlin, Paris ve Atina’da 13 yıl geçirdikten sonra İzmir’e döndüğünde evini taşımasına yardımcı olan gençlerden birisi “Ağabey ne işin var burada; Paris’ten niye geldin ki” dediğinde o gence bir şey söylememiş. Ama içinden “benim köküm burada” demiş. Komünistler enternasyonalisttir, kök önemli değil diyenlere, Cemal Amca “hayır” diyor, “Belli bir yere ait olmak enternasyonal duygulara aykırı değil. Hatta tam tersine bir yere bağlı olabileceksin ki, onu aşarak enternasyonalist olabil, öbür türlüsü biraz moda… Ben böyle düşünüyorum, yanlış olsun zararı yok”. Bir röportajda söylediği bu cümle, Cemal Amca'nın evinin duvarında asılı olan, camı tam on iki parçaya ayrılmış ve sonra bantlarla yeniden birleştirilmiş içinde masmavi bir Miro reprodüksiyonu olan ve yine camı sekiz parçaya ayrılmış ve bantlarla birleştirilmiş sıcacık sarı tonlardan oluşan bir Kandinsky reprodüksiyonu olan çerçevelerin gizini fısıldayıveriyor: Hakkıyla yaşanmış bir hayatta geçmiş bilinir, izlerin korunması gerekir.
***
John Berger, masasında hep bir bant ve makas bulundurduğunu anlatıyor Nazım Hikmet’e yazdığı uzun mektubunda. Zor olanın bantın başlangıcının rulonun neresinde olduğunu keşfetmek olduğunu söylüyor. Nasıl da sinirlenip sabırsızlanarak, herkesin yaptığı gibi bant rulosunun yüzeyini tırnaklarıyla kazıdığını anlatıyor. Nihayet başlangıcı bulmayı başardığında bantın ucunu masanın kenarına yapıştırıyor ve ruloyu çözülmeye bırakıyor. Onun bantı pencereden gelen esintiyle bir minyatür çağlayana dönüşüyor ve verandanın zemininden masanın önündeki boş iskemleye doğru yolculuğa çıkıyor… (3)
Bantın çıktığı yolculuk denizi gören bir verandaya uzanıyor. Küçük bir otelin odalarının açıldığı bir veranda bu. Odalardan birisinin kapısı açık. Kapıdan sarı sıcak bir ışık yayılıyor verandaya. İçeride iki kişi var. Yatağın üzerine oturmuşlar. Buzdolabı poşetlerine yarın yanlarında götürebilecekleri pek az şeyi sarıp sarmalıyorlar ve bantlarla kapatıyorlar. Buzdolabı poşetlerinin içi su almasın diye tekrar tekrar poşetleyip, tekrar tekrar bantlıyorlar. Bir süre sonra birisi duruyor ve “dur” diyor diğerine, “durmazsak az sonra kendimizi de buzdolabı poşetlerine sarıp bantlayacağız”. Kahkahalarla gülüyorlar ama kısacık. Sonra karanlık verandaya çıkıyorlar. Birbirlerine bakmıyorlar, gözleri karanlıkta görünmeyen bir ufka dalıyor ve sigara içiyorlar…
Midilli’nin bir köyünü mesken tutmuş dünya iyisi dostlarım o köyün sahiline zaman zaman çıkan mülteci teknelerini anlatıyorlar. Geçtiğimiz yaz, ağustos ayı içinde Yunanistan’ın Midilli Adası'na ulaşan mülteci sayısında büyük artış yaşandığını, mültecilerin adadaki durumunun ise giderek kötüleştiğini söylüyorlar. Yaşadıkları köy ve çevre köylerdeki endişeli bekleyişi, kıyılarda mültecilere yardımcı olmak için nöbet tutan gönüllüleri, kıyıya ulaşan mültecilerin bu gönüllüler tarafından karşılanışını ve olabilecek en hızlı şekilde adada kurulu mülteci kamplarına ulaştırıldıklarını anlatıyorlar. Bir de aynı gönüllülerin kıyıların ve denizin atıklardan temizlenmesi için harcadığı çabayı anlatıyorlar. Çünkü mülteciler ulaşabildikleri kıyılardan kampa götürülürken arkalarında can yeleği, poşet ve bantlardan oluşan doğada geri dönüşemeyen artıklar bırakıyorlar…
Birkaç gün önce internette karşılaştığım bir fotoğrafı hatırlıyorum: Çeşme'de batan teknede yaşamları biten sekizi çocuk 11 mülteciyi anlatan kısa bir haberin fotoğrafı. Haber diyor ki “hayatını kaybedenlerin denize açıldıkları koyda can yelekleri, kimlik, pasaport, fotoğraf ve çeşitli eşyalar ile çocuk ayakkabıları ve kıyafetleri karaya vurdu”. Fotoğrafta üç kişinin vesikalık fotoğrafları var. Muhtemelen onlardan önce dalgaların sahile taşıdığı ıslak olduğu belli odun parçalarının üzerine sıralanmış, iki kadın ile bir erkeğin beş tane vesikalık fotoğrafları. Kadınlardan genç olanla, erkeğin fotoğrafları ikişer tane. Onlar üst üste konulmuş. Fotoğraflar başka bir fotoğrafın içinden bakıyorlar. Bilmedikleri, belirsiz bir geleceğe doğru bakıyorlar (Fotoğraftaki fotoğraflar üzerine zihin açıcı bir okuma için). Biz ise onların o bakışına bakıyoruz. Bakarken önce o fotoğrafların o sahilde karaya vuruşuna, sonra o karaya vurmuş fotoğrafların çekildiği zamana, yani geri döndürülmesi olanaksız bir geçmişe bakıyoruz. Fotoğrafların altındaki odun parçalarının ıslak oldukları her hallerinden belliyken, fotoğraflara belli ki hiç su değmemiş. Belli ki haberin fotoğrafı için, o fotoğraflar bantlarla sarılmış buzdolabı poşetlerinden çıkartılıp, sahile sıralanmış ve öyle fotoğraflanmış. Besbelli, baktıkları geleceğe ulaşabilselermiş, çözüp bantları, o fotoğrafları yeniden başlamak için kullanacaklarmış…
Bantın ışıl ışıl bir minyatür çağlayan olan yolculuğu kesintiye uğrarsa, başlangıç ucu kaybolmasın diye, Cemal Amca'nın evindeki çekmeceleri dolduran türlü ebatlardaki bantların başlangıç uçları özenle içe bükülmüş. Kendisi ya da bantı eline alan bir başkası tırnaklarıyla rulonun üzerini kazıyarak başlangıcı aramasın diye… Geçmişi hiç unutmadan, onun izleriyle yeniden başlayabilsin diye…
(1) Byung-Chul Han (2015), Zamanın Kokusu, İstanbul: Metis Yayınları, sh. 15-17.
(2) Paul Riceour (2002), “Memory and Forgetting”, Questioning Ethics (Kearney, R. ve Dooley, M. tarafından derlenmiş) içinde, ABD: Routledge, sh. 5-11.
(3) John Berger (2009), Kıymetini Bil Herşeyin, İstanbul: Metis Yayınları, sh. 37