YAZARLAR

Çoğalan sırlar, aktarılan travmalar

Hellinger, aile sisteminden biri reddedildiğinde veya dışlandığında o kişinin sistemin daha sonraki bir üyesi tarafından temsil edildiğini gözlemiştir. Daha sonra gelen bu kişi benzer şekilde davranarak veya dışlanmış kişinin çektiği acının özelliklerini tekrarlayarak daha önceki o kişinin kaderini paylaşabilmekte veya tekrarlayabilmektedir. Çünkü aktarılan o travmaların tekrarlaması bir şekilde çözülmeyi beklediklerini gösteriyor.

Atiye dizisini nihayet izleyebildim. Başlarda pes edecektim ancak kendime ve diziye biraz şans verince baktım ki sekiz bölümü bitirmişim bile. Motivasyon kaynağım diziye dair psikanalitik bulduğum birkaç öğeyle karşılaşmak oldu. Özellikle Atiye’nin mağarada ilerlerken çocukluğuna, hayatına dair birtakım duygularla, acılarla, anılarla karşılaşması, bazı yaşantılarıyla yüzleşmesi kısacası kendisini ararken geçmişini kazıması, sanıyorum izleyen çoğu kişide sanki bilinçdışının derinliklerine iniyormuş izlenimi uyandırmıştır. Freud’un psikanaliz sürecini arkeolojik bir kazıya benzettiğini hatırlarsak film bu sahnesiyle psikanalize hoş bir göndermede bulunuyor.

Atiye’nin mağaradan yeryüzüne cenin pozisyonunda dönmesi, yaşadığı tüm o içsel yolculuğun ruhsal olarak yeniden doğuşa zemin hazırladığını düşündürüyor. Tıpkı biten bir psikanaliz sürecinin de ruhsal olarak yeniden doğuşu düşündürebileceği gibi..

Bu yazıda size dizinin ne konusundan ne de içeriğinden bahsedeceğim. Olay örgüsüne, oyunculuklara, teknik detaylara, mantıksal hatalara dair yazıp çizmeyi ise eleştirmenlere bırakayım. Ben sadece beni etkileyen bir sahnenin çağrıştırdıkları üzerinden ilerlemek istiyorum. Dolayısıyla bu yazı 'bence' spoiler içermez. Ama yine de risk almamak adına siz diziyi izledikten sonra okuyabilirsiniz.

Atiye’de ele alınan birçok konunun yanı sıra bir kuşağı temsil eden üç kadının hayatını da izliyoruz. Üç kadın arasında aktarılan kadınlık bilgisinin, kuşaktan kuşağa aktarılan travmaların, konuşulamayan aile sırlarının bir sonraki kuşağı nasıl etkilediğine tanıklık ediyoruz.

Aile sırları, konuşulamayan dolayısıyla düşünülemeyen ve hatırlanması yasaklanan olaylardır. Önceki kuşakta sindirilemeyen ve bunun sonucu olarak da kelimelerle simgeselleştirilemeyen dünya deneyimleri, ebeveynin ruhsallığında kilitli olan sırlar, bir sonraki kuşakta kendisini fiziksel ya da ruhsal birtakım sıkıntılarla belli edecektir.

Horatius’un şu dizeleri bu bağlamda ne kadar da anlamlıdır;

“Kelimeler yardım edecek perişan akla

Kasvetli kara hastalığı dindirmeye ve hafifletmeye…”

Gerçekten bazen kelimelerden başka neyimiz vardır ki…

Atiye dizisinde bir kuşağın bütün kadınlarının kaderini etkileyen “ilk” olay, bir aile travmasıyla başlıyor. Jung’un bilinçli olmayan ne varsa kader olarak deneyimlenecektir sözünü Atiye dizisinin bir alt metni olarak okuyabiliriz.

Anne, kız çocuğuna hayat vermesinin dışında ona aynı zamanda bir kadınlık bilgisi de sunar. Bu anlamda anne ve kız arasında cinsiyetten doğan bir benzerlik vardır. Psikanalist Elda Abrevaya’ya göre bu durum kızı kaçınılmaz olarak annenin kaderine bağlar. “Kız çocuğu annenin geçmişindeki travmatik olaylardan, acılarından payını alır. Bu anlamda kızın kaderi, annesinden kendisine iletilen düğümleri çözmektir. Ancak bu şekilde yetişkin bir kadın haline gelip bir kız doğurduğunda (ya da doğurmadığında), iletilme riski taşıyan yasın ve melankolinin zincirini kırabilir.”

Atiye dizisinde ailenin tüm kadınlarında yıldız şeklinde bir doğum lekesine rastlarız. Anneanne, anne, annenin kardeşi ve kız çocuk olan Atiye’nin (filmde koskoca kadın tabii) bu ortak lekesi, aslında çözülemeyen sırların, yası tutulamayan kayıpların, travmaların kuşaktan kuşağa aktarılışının sembolik bir vurgusudur.

Atiye’nin annesi, geçmiş ve şimdi arasında bölünmüş, geçmişini yok edip atmış bir kadındır. Kendi annesiyle ilgili birçok şeyi inkâr eder, saklar. Onu kötü nesne, günah keçisi ilan eder. Ona karşı çok öfkelidir. Ondan gelen iyi-kötü her ne varsa reddeder, hatta doğum lekesini bile dağlamaya çalışır. Ancak yukarıda Abrevaya’nın ifade ettiği üzere bunların kendi kızına aktarılmasına ve kendi ruhsallığında hüküm sürmesine engel olamaz.

Kendisinde olan doğum lekesini kızında gördüğünde ise ona karşı da artık reddedici olmaya başlamış, onu kabullenmekte epey zorlanmıştır. Çünkü inkar ettiklerini kızının ona hatırlatacağını bilinçdışı düzeyde de olsa farkındadır. Zira önceki kuşakta eksik kalmış olanı, gelecek kuşak tamamlar.

Kızı da annesinin tam tersine yüzleşmeci bir şekilde olan biteni didik didik etmeye çalışır, bu sayede kendisini bulmaya ve varoluşunu anlamlandırmaya çabalar. Atiye, annesinden alacaklıdır. Annesinin kendisinden sakladığı ve ona “vermediği” her şeyi o geçmişini araştırarak bulacaktır.

Kadının erken bir dönemde yaşadığı travmatik bir kayıp veya üst kuşaklardan iletilen bir yasın neden olduğu depresyon, kişinin tüm hayatla ilişkisini belirlediği gibi elbette doğurduğu çocukla olan ilişkisini de büyük ölçüde belirleyecektir. Atiye ve annesi arasında da bu belirlenişin öyküsünü görüyoruz.

Hellinger, aile sisteminden biri reddedildiğinde veya dışlandığında o kişinin sistemin daha sonraki bir üyesi tarafından temsil edildiğini gözlemiştir. Daha sonra gelen bu kişi benzer şekilde davranarak veya dışlanmış kişinin çektiği acının özelliklerini tekrarlayarak daha önceki o kişinin kaderini paylaşabilmekte veya tekrarlayabilmektedir. Çünkü aktarılan o travmaların tekrarlaması bir şekilde çözülmeyi beklediklerini gösteriyor.

Atiye’nin de dışlanan bir ölçüde anti-kahraman ilan edilen anneannesini temsil ettiğini görmekteyiz. Atiye’nin annesi, kendi annesiyle ilgili gerçekleri ondan saklayarak, annesine dair hiçbir yası tut(a)mayarak, yaşadığı aile travmalarını işlemeyerek bunları kızına aktarmış, bir şekilde kızıyla annesi arasındaki kadersel bağı daha da sıkı hale getirmiştir.

Dizide beni en çok etkileyen o doğum izinin dağlanma sahnesi. Bu sahne bana bir önceki kuşaktan bize aktarılan birçok bilgiyi işleyemeden reddedişin hikayesini düşündürüyor. Bunu türlü sebeplerle ve farklı düzeylerde her birimiz yapabiliyoruz. Bu reddedişin içinde ruhsallığımız için işlevsel hatta şifalı olan birçok şeyi reddetme riskini de taşıdığımızı belirtmek isterim. Peki reddetmeyip topyekün kabul mü edeceğiz? Hayır etmeyeceğiz, ama bir üçüncü yol bulacağız. Bu üçüncü yol belki de bize ruhsal miras olarak kalan her neyse onları kabullenip teker teker inceleyip, onlarla temas kurup işlevsel olanları alıp işlevsiz olanları bırakmakla mümkün olacaktır. Kişisel tarihimiz ancak bu şekilde kendisini oluşturacaktır.

Bu yazıyı yazarken aklıma gelen iki kitap oldu. Onları sizinle paylaşmak istiyorum, okumanızı da ısrarla öneririm. Biri yazıda da bahsettiğim Elda Abrevaya’nın Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu, kadınlığa, kadın oluş evrelerine dair yazılmış en tatmin edici kitaplardan biri desem abartmış olmam. Kadınsılığa sahip çıkma cesareti, kadınlığın uzun ve beklemeli yolunda karşılaşılanlar, yaşamın her evresinde kadınsılığın nasıl kurulduğu, anneden devraldığımız ya da alamadığımız kadınlığın hayatımızı nasıl belirlediği, kadınsı narsisizm, klitoristen vajinaya ve daha pek çok şeye uzanan kadının haz haritasını ele alan harika bir kitap kendisi.

Bir diğeri ise Mark Wolynn’in kaleme aldığı kalıtsal aile travmalarının, aile sırlarının kim olduğumuza, hayatımıza etkileri ve yaşanan sorunların üstesinden gelme yollarının anlatıldığı “Seninle Başlamadı” isimli kitap.

Her iki kitap da sizleri farkındalıklardan farkındalıklara sürükleyecek ve kendinize dair bir içgörü oluşturmak adına önemli bir adım atmanızı sağlayacak diye umuyorum. Şimdiden iyi okumalar.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.