Mezarsız yazarı okuyamamak
Sanki yazar ölüp tarih sahnesinden çekildiğinde onun gölgesi de metninin üzerinden yavaş yavaş çekiliyor. Artık yazarı bütün kişisel tercihleriyle rahat bırakıp, metnini bütün bu yükten azade bir biçimde okuyabiliyoruz. Ancak konu Peter Handke, Orhan Pamuk, İsmet Özel, Elif Şafak vb. gibi aynı çağı paylaştığımız, siyasi, ahlaki vb. tutumlarını bildiğimiz yazarlara gelince iş değişiyor.
Yıllar önce bir yüksek lisans öğrencim bana yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Ülkemizin önemli üniversitelerinin birinde Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi görürken dördüncü sınıfta bitirme ödevi için çağdaş bir yazarı çalışmak istemiş. Ancak danışmanı buna izin vermemiş. Öğrencim gerekçesini sorduğunda ise hoca aynen şöyle cevap vermiş: “Mezarı olmayan yazar üzerine tez yapılmaz.”
Bu tutum elbette bize ülkemizde yapılan edebiyat eğitiminin kalitesi hakkında çok şey anlatır. Bırakın edebiyat kuramı, edebiyat eleştirisi, karşılaştırmalı edebiyat, kültürel çalışmalar gibi çağdaş eksenleri alana katmayı, henüz çağdaş edebiyatı bile edebiyat tarihine dâhil kabul etmeyen bir zihniyetin yaptığı işi mezarı olan yazarların “Hayatı-Sanatı-Eserleri”ni çalışmak şeklinde nitelendirmek sanırım çok yanlış olmaz.
Ancak bu yazıda benim derdim sadece Türkiye üniversitelerinde edebiyat öğrenimini eleştirmek değil. Daha geniş bir çerçevede toplumsal zihniyette yazar ile metni arasındaki ilişkinin nasıl anlaşıldığını değerlendirmek istiyorum. Son dönemlerde özellikle kültürel çalışmalar alanıyla yoğun olarak ilgilendiğim için, yazarın kendisiyle metni arasındaki ilişkiler ve bu ikisinin toplumsal olarak algılanma biçimleri özellikle ilgimi çekiyor.
Bizler genel olarak yaşayan bir yazarın metnini onun politik, toplumsal, kültürel, ahlaki vs. tutumlarından bağımsız olarak okuyamıyoruz. Ancak yazar ölünce artık toplumsal, tarihsel bir varlık olma özelliğini yitirince, kendisiyle metni arasındaki mesafe açılıyor. Metin artık daha soğukkanlı, analitik okumalara daha müsait hale gelebiliyor.
Edebiyat tarihinin önemli isimlerini, çağdaş yazarlara uyguladığımız politik, toplumsal, ahlaki kriterlerin testinden geçirmeden sevebiliyoruz. Oysa Platon'un cinsel yönelimiyle ilgili ne biliyoruz? Shakespeare'in ahlaklı biri olduğundan emin miyiz? Mevlana'nın siyasi görüşleriyle mutabık mıyız? Dostoyevski bugün yaşıyor olsaydı, onu bugün olduğu kadar benimseyebilir miydik?
Sanki yazar ölüp tarih sahnesinden çekildiğinde onun gölgesi de metninin üzerinden yavaş yavaş çekiliyor. Artık yazarı bütün kişisel tercihleriyle rahat bırakıp, metnini bütün bu yükten azade bir biçimde okuyabiliyoruz. Ancak konu Peter Handke, Orhan Pamuk, İsmet Özel, Elif Şafak vb. gibi aynı çağı paylaştığımız, siyasi, ahlaki vb. tutumlarını bildiğimiz yazarlara gelince iş değişiyor. Onların sadece metinlerine asla odaklanamıyoruz.
Sanırım çağdaş bir yazarı okuyabilmemiz için en az iki kriterimiz var. Birinci kriter, yazarın tanrı, peygamber, evliya falan olması! Yüceltmeden sevemiyoruz. Kutsallaştırmadan hayran olamıyoruz. Yazarın bir insan olması bize asla yetmiyor. Yazarı insan-üstü bir varlık olarak konumlandırıyoruz. İkinci kriter ise bizimle aynı siyasi, ahlaki vb. değerlere sahip olması. Bu daha çok çağdaşımız yazarlara uyguladığımız bir kriter. Geçmişe ait yazarlara göreli olarak daha hoşgörülü, çağdaşımız olan yazarlara göreli olarak daha acımasız olabiliyoruz.
İlk kriterin fiilen gerçekleşmesi çok zor olduğu için dönüp dolaşıp biz kendi "mahalle"mizin yazarlarını sevebiliyoruz. Çağdaş bir yazarı değerli bulabilmemiz için onunla aynı siyasi, ahlaki değerlere sahip olmamız neredeyse bir koşul haline geliyor. Özellikle çağdaş yazarların metinlerini, yazarların kişiliklerinden bağımsız bir biçimde okuyamıyoruz. Aslında bir metni okumak, beğenmek için yazarının siyasi, ahlaki vb. görüşleriyle mutabık olma şartını zihinselleştirmiş herkes dünyaya "mahalli" olarak bakıyordur. Kaç diploması olursa olsun! Unvanı, statüsü, mertebesi ne olursa olsun!
Günümüzün yazarlarını kendimize rakip olarak algılıyoruz. Onların başarmış olmaları belki de bizi rahatsız ediyor. O nedenle yazarla kişisel olarak kavga ediyoruz metniyle o kadar da ilgilenmiyoruz. Mezarı olan yazarların ise, belki de kişilikleri tarihten çekildiği için, metinlerine odaklanabiliyoruz. Onları kendimize bir rakip olarak algılamıyoruz. Onlar da kendi çağdaşlarıyla rakiptiler ve rakipleriyle birlikte göçüp gittiler.
Meseleye böyle bakınca öğrencisinin çağdaş bir yazarı çalışmasına izin vermeyen hocanın zihniyetini anlamak daha kolay hale geliyor. Resmi edebiyat tarihi riske girmek istemiyor. Yapıtlarını tamamlamış, son nefesini vermiş yazarı çalışmayı daha garantili buluyor. Çağdaş yazarın bir sonraki romanında ne yapacağını, bir sonraki röportajında yaşanan zamana dair de diyeceğimi bilemiyor olmak onu korkutuyor belki de. Edebiyat tarihi çağdaş edebiyata dokunamıyor. Yazarın kelimenin gerçek anlamıyla “tarih” olmasını bekliyor. Bu nedenle de mezarı olmayan yazarı okuyamıyor ve öğrencilerine de okutmuyor.
Bir bakıma edebiyat tarihi edebiyatı en az bir, iki kuşak geriden takip ediyor. Edebi metni vesikalaştırıyor. Bu nedenle de edebiyat metinlerine bir bütün olarak asla bakamıyor. Edebiyat bölümlerinin yeterince kuram ve eleştiri üretememiş olmalarının ardında işte bu zihniyet yatıyor. Çünkü kuram ve eleştiri üretebilmek için her metni diğer metinler içinde algılayabilmek, karşılaştırabilmek, süreklilikleri ve kopuşları ayırt edebilmek gerekiyor.
Bu yazıda anlatmaya çalıştığım gibi bu tercih sadece alanın hocalarının, mevcut üniversiter yapının zihniyetinin sonucu değil. Örnekte ele aldığım hocayı eleştirerek meseleyi çözemeyiz. O sadece aysbergin görünen yüzü. Onun altında çok daha geniş ve derin bir toplumsal zihniyet yatıyor.