Yek, du, sê, çar... Leylan
Cezaevinde yazmanın kendisi başlı başına yaşamanın ağırlığından bir kaçış, bir hafiflik arayışı ve duvarları her yönden aşma çabasındaki bir “yer değiştirme” değilse nedir? Demirtaş yazarak yer değiştiriyor. Kapatılamıyor. Tutsak alınamıyor. Şimdi de Leylan...
Selahattin Demirtaş inatçı üretkenliğiyle ve içimizi ferahlatan o güzel neşesiyle yazıp duruyor. İşgal ettikleri mevkilerde, her Allah’ın günü sözün itibarını biraz daha eksiltenlerden farklı olarak, söze ve dile itibarını siyasetle olduğu kadar edebiyatla da iade ediyor. Demirtaş’ı evinden, ailesinden, “Başak’ından ve buğdaylarından” 1600 km uzakta tutan o cehli mürekkep ve o yüz karası zulüm, cevabını Seher’le, Devran’la, Leylan’la alıyor. Adeta “Size benzemeyeceğim” diyor Demirtaş, “Çocukken de benzemiyordum.”
Bu dediğimi romanının daha en başında şöyle dile getiriyor: “Küçükken de Kürt’tük biz, hatta daha Kürt’tük (...) Esmer kulaklarımızdan tutulur, siyah başımız kara tahtaya çarpılırdı. İçimizden sayardık her çarpmayı; yek, du, sê, çar...”. Diyarbakır’ın kûçelerinden yola (ve aşka) düşerek dünyaya açılan Leylan’ın birçok satırında o çarpma sesinin yankısı var...
İyi eleştirinin esere eğilirken yazarın kimliğini paranteze alan ve unutmaya çalışan bir eleştiri olduğu söylenir. Bununla birlikte bu görüşün her durumda doğru ve geçerli olduğunu düşünmüyorum. Bazı eserleri yazarın biyografisinden sıyırarak ele almak o kadar da mümkün olmayabilir. Üstelik bu yazıyı bir eleştiri faaliyeti değil, mütevazı bir tanıtım olarak görmenizi diliyorum. Eleştirebilmek için romanın içeriğine daha ayrıntılı değinmek gerekir ki bu sonraki iş. Zira büyük sürprizlerle dolu bu roman okuyucunun eline henüz dün geçmişken, heyecan kaçıracak ölçüde ayrıntılı bir değerlendirmeye girişmek haksızlık olur.
Leylan, Kudret adındaki bir oğlan çocuğunun, doludizgin aşık olduğu kızın adının anlamı. Adı değil, adının anlamı. Kızın adı Serap. Serap Kürtçe’de 'leylan' kelimesiyle karşılık buluyor. Diyor ki oğlan, “Serap’ın Kürtçesi ‘leylan’dır. Adını ‘Leylan’ koysalardı, onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım.”
Kudret’in Serap’a aşkı, iki vefalı arkadaşının muhafızlığında -ben diyeyim yirmi yıl, siz deyin ki sonsuza dek- sürüp gider. Serap’a yönelik bu büyük aşkı 'üstlenen', esasen Kudret’in bütün dünyasıdır. Bütün mahallesi ve bütün 'çetesidir'.
EKMEĞİ BALA DÜŞEN...
Kudret daha ilkokul sıralarındayken sevdiği kızdan kenarları yeşil dantelli beyaz bir mendil çalar. Bununla da kalmaz hemşerisi Ahmet Arif’in külliyatından da Serap’a vermek üzere bir şiir çalar. Yıllar geçip giderken, aşık olduğu kız, yakın bir sokakta bir kuaförde iş bulduğunda, “ekmeğim bala düşmüştü” diyerek şansını kutsar. Kudret iyidir, iyimserdir ve ne okurun, ne sevdiği kadının ne de hayatın üzerine çullanan, kendi halinde ve kendi aşkında bir genç kişidir.
Demirtaş’ın Leylan’ının geçtiği kûçelerde, okul yollarında ve pencere diplerinde gürül gürül bir aşk çağıldar. Küçücük hayatlar içinde yaşanan, kavuşmayı ummayan, tutkulu ve çocuksu bir aşk. O yüzden de birdenbire o küçücük hayatların toplamında görülmemiş bir acı ve yıkım o sokaklara çöreklendiğinde ve Sur’da yer yerinden oynadığında, “Kendine Başbakan diyen bir adam ille de buraları ‘Toledo’ yapacağım diyerek bütün tarihimizi, anılarımızı, çocukluğumuzu başımıza yıktı” der Kudret.
Sevdiğini yakınına getiren küçük tesadüfü, “ekmeğinin bala düşmesi” olarak gören bir iyimserlik ve hafiflik romanın ilk bölümünün duygusal iklimini de belirler. Leylan beklenmedik bir hafiflik getiren bir roman. Dilsel, anlatısal ve türsel seçimler romanı bir uçtan diğer uca yalayıp geçen serinliğin ve hafifliğin kaynağı. Dünyanın en ağır meselelerini romanlarına kuş tüyü ile aktaran Italo Calvino, edebiyatın varoluşsal işlevini 'hafiflikle' açıklamıyor muydu zaten? Calvino’ya göre, edebiyat, “yaşamanın ağırlığına tepki olarak hafifliği arayış”tır (s.42).Calvino hafiflik arayışını, masallar üzerine çalışmış Rus halk bilimci Vladimir Propp’a göndermeyle bir şekilde kahramanın yer değiştirmesine de bağlar. Sözlü edebiyatta, masallarda kahraman hep "yer değiştirmektedir". Çünkü "aranan nesne genellikle, yatay olarak çok uzakta veya dikey olarak çok yüksekte ya da çok derinlerde bulunan ‘'başka' farklı bir yerdedir" (s.43).
Cezaevinde yazmanın kendisi başlı başına yaşamanın ağırlığından bir kaçış, bir hafiflik arayışı ve duvarları her yönden aşma çabasındaki bir 'yer değiştirme' değilse nedir? Demirtaş yazarak yer değiştiriyor. Kapatılamıyor. Tutsak alınamıyor. Öykü kitapları son yılların en çok satan kitapları arasında yerini aldı ve hızla başka dillere çevrildi bile. Şimdi de Leylan... Çünkü okurlar bir siyaset insanı olarak Demirtaş’ın zihin ve duygu dünyasını, hayallerini, özlemlerini ve hayatın siyaset dışı alanlarına dair düşüncelerini merak ediyor. Ondan gelecek sözü özlüyor. Kısacası gerçekten de Demirtaş’ı hapiste tutmak her geçen gün daha imkansız bir hal alıyor ve fatura kabarıyor.
Tutsaklıkta ve hapiste roman yazmanın romanın tarihi kadar eski bir tarihinin olduğunu da bu vesileyle hatırlayalım. Modern Batı romanının ilk örneği sayılan Don Kişot’u (1605), Miguel de Cervantes’in hapislik yıllarında kaleme aldığı bilinir. Bunun gibi İngilizce yazılmış ilk roman olan John Bunyan’ın Hac Yolunda (The Pilgrim’s Progress, 1678) adlı dinsel alegorisi de yine yazarı hapisteyken yazılmıştır. Bu eser en çok baskı yapan İngilizce eserdir ve 200’den fazla dile çevrilmiştir.
İKİ DİLİN ARASINDAKİ UÇURUMA DÜŞEN...
Romana dönecek olursak, Leylan dil, anlatı yapısı ve tür bakımından şaşırtıcı ve ustalıklı bir eser. Dil derken aslında daha çok birinci bölüme hakim olan esprili ve oyunlu dil ile genele hakim olan sarih ve akıcı dilden söz ediyorum. Birinci bölümde esmer kafasına vura vura Türkçe öğretilen çocukların, iki dilin arasındaki uçuruma düşerken kelimelere sımsıkı sarılmaktan başka çareleri olmadığını da görürsünüz. Türkçe yazan Kürtlerde sık rastladığımız anlatım ve ifade yetkinliği, mizah gücü ve dil oyunları özellikle birinci bölümde çok belirgindir: “Serap’ı ilk orada gördüm, labirentin içinde. İp atlıyordu kızlarla. İpin Kürtçesi ‘ben’dir. Göz göze geldik, ‘ben’ ayaklarına dolandı, yalpaladı, düşer gibi oldu; ‘ben’i tuttu sıkıca, bırakmadı.”
Anlatı yapısına gelince burada fazla aşina olmadığımız biçimde neredeyse apayrı iki kısımdan oluşmuş bir roman çıkıyor karşımıza. Diyarbakır kûçelerinde fırtına gibi esen Kudret’in aşkını anlatmaya nokta koyulurken, ikinci bölümde İstanbul’da Esenler Otogarı’nda yepyeni bir hikaye başlıyor. Otobüs terminalinden başlayınca bu hikayenin bir öncekine dönebileceği çeşitli yollar da tahayyül ediyorsunuz. Fakat okuyucu otogarda birdenbire beliren, beş parasız evini terk etmiş o genç kadını tanımaya çalışırken, hikaye daha daha uzaklara, orta yaşlardaki, başarılı beyin cerrahı Sema ile ihraç bir akademisyen olan kocası Bedirhan’ın üst-orta tabaka hayatlarına açılıveriyor. Romanın devamında bu hikaye başka hikayelerle kesişecek ve İstanbul’da da kalmayıp Zürih’e doğru uzun ve zahmetli bir yola koyulacaktır.
Romanın iki kısmının birbirine nereden ve nasıl bağlanacağı konusundaki gizemi başarıyla sürdüren anlatının, zamanı gelince hikayenin ayrı yakalarını sıkı bir Ahmet Kaya göndermesi ile birbirine teyellediğini söylemekle yetineyim. Romanın yayınına birkaç gün kala, Devran için yapılan okuma tiyatrosu üzerinden kendisini hedef alan saldırılara, Demirtaş’ın, “Fırlattığınız çatallar bıçaklar artık bizi yaralamıyor...” demesi, Ahmet Kaya’nın hikayesi ile kurulan özdeşliği de gösterir. Fakat 'ötekinin ötekisini' kimsesiz düştüğü yerde bularak ona anlatıda yer açan çok güzel bir Ahmet Kaya göndermesine rağmen, iki hikayeyi bağlamak konusunda tercihen gevşek bırakılmış bir teyel söz konusudur. Sosyoekonomik ve kültürel olarak uzak düşmüş hayat küreleri çoğu kez ancak ötekiler aracılığıyla birbirine değer. Fakat bu hayatların yeniden yakınlaşması veya iç içe geçmesi çoğu kez mümkün değildir. Kitabın anlatısal kurgusunu bu bakıma başarılı bulduğumu da eklemek isterim.
OHAL süreçlerinde bir yandan kurumsal/toplumsal kimliklerini kaybederken öte taraftan yeni politik özneler olarak tarih sahnesinde belirenler de romanın asli karakterleri arasındadır. Bu konuda 'bizim mahalleyi' iyi bir sürpriz bekliyor. Aynı konumu paylaşanlar arasında vazgeçenler veya yollarını ayıranlar da vardır. Romanın bu ayrılışa dair tutumunun ya da etik politik yargısının hararetli tartışmalara yol açacağını ve hatta ahlakçı bulunacağını da tahmin ediyorum. Ne de olsa, bir roman güncel bir meseleyi merkezine koyuyorsa o noktada yazarın düşünceleri ile karakterlerin düşünceleri arasında paralellik kurmak doğal ve kaçınılmazdır. Fakat bu noktada, yazarın bu konuya dışarıdan ve cezaevinden baktığı, çatışmayı ve yüzleşmeyi ise roman karakterlerinin en nihayetinde kendi bağlamlarında yaşadığı da düşünülebilir.
Leylan’ın açıldığı uzun yolculuklar bugünün dünyasının imkan tanıdığı yolculuklarla da sınırlı değil. Roman bir yandan “gerçekliğe” sımsıkı demirlemişken, bir yandan da o gerçekliğin sınırlarını “türsel” olarak aşarak ve bilimin imkanlarını geleceğe dönük bir gelişme tahayyülü etrafında ilerleterek, bilimkurgu türünün kodlarından da yararlanıyor. Zihin dünyaları ve “bilinçler” arasında “çoklu” ortamlar yaratma imkanı ve bu sayede hakikati ışığa çıkarma çabası şaşırtıcı, sürükleyici ve yenilikçi bir girişim.
Romanı okurken zihnin ve düşüncenin rüya benzeri durumlardaki işleyişine, bu özel işleyiş anlarında birbirinin yerine geçen kişilere, birden fazla anlamı yoğunlaşarak kendinde toplayan imgelere ve nesnelere tanıklık ediyoruz. Hakiki yaşantılarımızı “rahatsız eden” ve çoğu kez engellenmelerden ya da travmatik bir hafızadan kaynaklanan “farkında olmadığımız düşüncelerimizi” de yeniden fark ediyoruz. Romanda bunların “yek, du, sê, çar” diye diye arka planda yankılanan çarpma sesleriyle ilişkisini sezebileceğimiz çok an var...
Son olarak hakikati görmenin fiziki bir görme yetisini aşan boyutu, gören ve görmeyen meselesi de politik psikanalizden yararlanan bir edebi eleştirinin konusu olmak üzere romanda yerini alıyor.
Leylan her şeyden evvel görsel imgelemi güçlü biçimde harekete geçiren bir anlatı kuruyor. Leylan’ı sinemaya taşımak isteyenlerin çıkacağı kesin de ben daha çok beş ya da sekiz bölümlük bir televizyon dizisinin hikaye çizgilerini gördüm bu anlatıda. Bunu da belirtmeden geçemedim.
Haydi yek, du, sê, çar... Yolu açık olsun Leylan’ımızın.