24 Ocak
1980 yılında Süleyman Demirel başkanlığındaki 43'üncü Hükümet, çok kapsamlı bir ekonomik program olarak sunulan “24 Ocak Kararları”nı açıkladı. Daha sonraki yıllarda Türkiye’nin en önemli figürlerinden biri olacak Turgut Özal, Başbakanlık Müsteşarı olarak kararların görünürdeki mimarı sayılıyordu, sonra da uzun süre yürütücüsü oldu. İşte o 24 Ocak’ın üzerinden tam kırk yıl geçti.
Sizin bu yazıyı okuduğunuz gün olmayabilir ama benim bu yazıyı yazmak için başına oturduğum gün, 24 Ocak 2020. 24 Ocak tarihi, çok haklı olarak en çok Uğur Mumcu ile hatırlanıyor. Her yıl saygıyla andığımız Uğur Mumcu, 27 yıl önce arabasına yerleştirilen bombayla öldürüldü. Sene 1993’tü ve bu memlekette hep olduğu gibi çeşitli mihraklarla ilişkili karanlık ellerin hareketli olduğu zamanlardı. Gazeteciliğin yeri doldurulamayacak ustası ve geniş bir kesimde saygı uyandıran bir hedef seçilmişti. Aradan geçen yıllar boyunca failleri ortaya çıkartılmayan bu cinayet, hâlâ karanlıkta tutulmuş dosyalardan biri olarak kayıtlarda duruyor. Hem Uğur Mumcu’nun ülkenin büyük bir çoğunluğu için saygı uyandırmış kişiliği, hem gazetecilik mesleğine yaptığı büyük katkılar hem de uğradığı saldırının sarsıcılığı, ismin kendisi gibi bu tarihi de silinmez biçimde hafızalara kazıdı. Bu olaydan sekiz yıl sonra 2001 yılındaki 24 Ocak, yine bir suikast ile gündeme geldi. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, silahlı saldırı sonucu yanında bulunan beş polisle birlikte öldürüldü. Bu cinayet de gerçek failleri ortaya çıkartılamadan bugünlere kadar geldi. Bu iki olay, 24 Ocak’ı Türkiye tarihinde sarsıcı olayların yıldönümü haline getirmeye fazlasıyla yeter.
24 Ocak, Türkiye tarihi açısından daha eski ve yine sarsıcı bir dönüşümün de yıldönümü aslında. 1980 yılında Süleyman Demirel başkanlığındaki 43'üncü Hükümet, çok kapsamlı bir ekonomik program olarak sunulan “24 Ocak Kararları”nı açıkladı. Daha sonraki yıllarda Türkiye’nin en önemli figürlerinden biri olacak Turgut Özal, Başbakanlık Müsteşarı olarak kararların görünürdeki mimarı sayılıyordu, sonra da uzun süre yürütücüsü oldu. İşte o 24 Ocak’ın üzerinden tam kırk yıl geçti. Elli yaş altındakilerin daha öncesini bilemeyeceği çok uzun bir süre bu. Fakat asıl önemli olan, bugün içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi zemin, o tarihte biçimlendirildi, hâlâ o zeminin üzerinde ve o sürecin içindeyiz. 24 Ocak Kararları, aynı yıl Türkiye’nin başına gelen 12 Eylül 1980 Darbesi ile pek çok biçimde ilişkilendirildi. Darbenin bu kararları hayata geçirmek için yapıldığı tezi abartılı bulunsa bile, bu programın (dönüşümün) “Allah’ın lütfu” darbe sayesinde çok kolay uygulandığı genel kabul görür. Hem 24 Ocak Kararları hem de 12 Eylül darbesini barındıran 1980 yılı, “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” sahici bir milattı. Çünkü bu radikal iktisadi dönüşüm, darbe sayesinde tamamen yeniden dizayn edilen bir anayasal (hukuksal) çerçeve, yeni bir siyasi mimari ve başka bir düşünme biçiminin başlangıcıydı.
24 Ocak Kararları olarak özetlenen ekonomik tercihler paketi, bütün dünyada tedavüle sürülen neoliberal modelin erken örneklerinden biri sayılabilir. Dünyadaki pek çok ekonomik trendi geriden izlediği söylenen Türkiye, yine darbelerle yapılan yol temizliği eşliğinde, modelin deneme alanı haline getirilen Latin Amerika ile birlikte öncü ülkeler arasına girdi. Model, gelişmekte olan ülkelere dışa açılarak, gümrük duvarlarını kaldırarak bir büyüme stratejisi öneriyordu. İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan’lı yılların başlayacağı bir döneme giriliyordu. 70’li yıllarda uluslararası sermayeyi rahatsız edecek kadar ilerlemiş sosyal devlet uygulamalarını -despotik yöntemlerle- daha tam vermeden geri almanın yolları aranıyordu. Serbest kur, özelleştirmeler, kamunun küçültülmesi, kamu teşviklerinin tabana değil tavana doğru yönlendirilmesi ve küresel mal, hizmet, para dolaşımının kolaylaştırıcı her türden düzenleme ile uluslararası sermayeye kapılar açılırken, refahın tarifi değişiyordu. Yeni ekonomik büyüme stratejisi, refah artışını fakirlerin haklarını almalarına değil, zenginlerin parasını koruyabilmesine endeksliyordu. Bu yaklaşımın veciz özetini, dönemin önemli işveren temsilcilerinden Halit Narin; “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyerek anlatmıştı.
24 Ocak’ta uygulamaya konulan ekonomik kararların ne kadar zorunlu olduğu, sonrasındaki uygulamaların nasıl ilerlediği, hangi sonuçları yarattığı hakkında çok zengin bir tartışma var. Türkiye’nin o tarihte bu hamleyi yapmak zorunda olduğunu söyleyenler de çıkıyor, felaketin başladığı nokta olarak anlatanlar da. Ancak o tarihteki önemi ve belirleyiciliği konusunda bir tereddüt yok. Neoliberal model ve küreselleşmenin bugün içinde olduğu kriz konusu da güncel bir tartışma. Kimse Türkiye’de ve dünyada 80’lerle (belki 70’lerin sonu) açılan bu parantezin henüz içinden çıktığımız kanaatinde değil. Bugün modelin yarattığı sıkıntılara bizzat tasarımcıları ve uygulayıcıları da çözümler arıyor. Ancak her ne olduysa, yanlışlıkla olmadı. Aslında her şey tasarlandığı gibi yaşandı. Yaşanan krizler, bu tasarımın yapısal sorunları yüzünden ve zorunlu olarak baş gösterdi. Adaletsizliği dikkate almadan gelir artırmak istendiği için yoksulluk azalmadı, derinleşti. Emek alanı sermayeye rahatsızlık vermeyecek hale getirildiği için daha rahat olmadı, herkes için güvencesiz ve belirsiz hale geldi. Üretim yerine tüketim, güvence yerine dolaşım, verimlilik yerine borç merkeze alınarak seri krizlere zemin hazırlandı. “En fazlası” fikri ve engellenmeme güvencesiyle ilerleyen açgözlülük, doğal kaynakları kuruttu. Rekabetle ileriye doğru atılacağı iddia edilen dünya, mutsuz kalabalıkların yaşadığı bir felaketin eşiğinde uyandı.
Meselenin ekonomik veçhesine daha fazla girmeden siyasi çıktılarına da kabaca bakınca tablo şöyle: 40 yıl önce tedavüle sokulan bu sermaye birikim modeli ekonomik olarak devleti küçülteceğini söyledi ama modelin devamı için üretilen hukuki-siyasi mimari ve zihniyet iklimi, otoriteyi de, baskıyı da azaltmadı. Zaten aslında böyle olması da tasarlanmamıştı. Haklar ve özgürlükler bir yandan tüketim malına (lütufa) dönüşürken bir yandan da istendiği zaman ayarlanabilir bir “termostata” bağlandı. Bu kontrol panelinin başına da, “istikrarlı (güçlü) siyasi irade” yerleşti. Eşitlik fikri gezegenden kovulup yerine “adalet yok, borç verelim” cevabı gelirken, siyasette de temsilde adaletin yerini “istikrar şart” ve kimlik üzerinden toplanan “rıza” aldı. Modelin başlangıç yıllarında otoriter siyasi destekle çok kullanışlı bir fikri ve hukuki arka plan kurulmuştu. Türkiye’de cuntanın mahsulü anayasanın her şeye rağmen bugüne kadar ana mantığıyla korunmuş ve temel yaklaşımının zenginleştirilerek devam ediyor olması en güzel örnek. Bazen –AB sürecinde olduğu gibi- küresel siyasi liberalizasyon havasına katılan, bazen sağ popülizme kapı açan, son olarak da modelin başlangıç ayarlarındaki otoriterliğe dört elle sarılan AKP iktidarıyla, bu 40 yılık parantezin neredeyse yarısını geçirdik. Yani, 24 Ocak ve yılın sonunda idrak edeceğimiz 12 Eylül 1980, sadece hatırlanacak bir yıldönümü olmaktan öte, devam etmekte olandır.