Diyanet isyana, biz Diyanete karşı
Din müsvettesi farklı görünümleri olsa bile neredeyse münhasıran “itaat” imalatının hizmetinde: Patrona, kocaya, devlete asla isyan etmemeyi, kayıtsız şartsız itaati ve sürekli elimizdekine “şükretme”yi telkin ediyor. Evladın, memleketin ordusu elalemin ülkesinde İhvancı maceralar peşinde koştuğu ve kendine bitmek tükenmez bir “Kürtleri tedip etme” misyonu biçtiği için pisi pisine hayatını mı kaybetti, “şükret şehit oldu!” Senelerdir senden toplanan milyonlarca liralık vergin binaları dayanıklı hale getirmek dışında her şey için kullanıldığından depremde evini-barkını, yakınlarını mı kaybettin, sakat mı kaldın, “Allah bizi bununla sınıyor. İsyan Müslüman’a yaraşmaz!”
Aslında bu sefer geçen yazımda şöyle bir değinip geçtiğim “70’li yıllara neden dönemeyiz ve dönmemeliyiz?” meselesini, bir tarafa saf sınıf mücadelesini diğer tarafa bu mücadeleyi zayıflattığı, dikkatini dağıttığı, güçten düşürdüğü, önceliğine halel getirdiği vs. düşünülen “kimlikçilik” hastalığını koyan, yaygınlaştığını düşündüğüm bakış açısının bizi neden çıkmaza sürükleyeceğini tartışmak istiyordum. Ama iki gün önce deprem olup da gene onlarca insan ölüp, binlercesi yaralanır ve on binlercesi soğuk kıyamette kendilerine yardım eli uzanmasını bekler hale gelince bu konuya doğrudan teması olmayan bir meseleyle uğraşmak duygusal olarak mümkün olamadı benim için. Daha önce yazsam diye düşünüp kapsamının genişliği yüzünden vazgeçtiğim bir mesele, yani Din ve Bilim meselesi hemen tekrar kendini dayattı. Bu sınırlı alanda bu meseleyi bihakkın ele almanın mümkün olmadığını bildiğim için bunların arasında olan ve olması gereken ilişki üzerinde durmayacağım; devletimizin kurumları vasıtasıyla toplumumuzu esasen dinle, kısmen de bilimle kurmaya yönelttiği ilişki tarzındaki derin arızalardan bahsedeceğim. Her deprem veya büyük doğal afet sonrasında yapılan “tevekkül” çağrıları karşısında kapıldığımız derin çaresizlik ve öfke hisleriyle bunun çok yakından ilgisi var çünkü.
Öteden beri, ama daha net bir yoğunlaşma anı olarak özellikle 12 Eylül’den beri devleti yönetenlerin “sol tehlike”ye karşı belli bir din kavrayışını toplumda yaygınlaştırmaya çalıştıkları, bunun için de Cumhuriyet’ten miras aldıkları Diyanet ve İmam Hatip Okulları gibi yerleşik kurumlara abandıkça abandıklarını; AKP’nin de önceki hükümetlerin zaten çoktan açtıkları bu yolu, hem uyguladıkları neoliberal iktisat politikalarına rıza üretmekte son derece işlevsel olduğu hem de kendi ideolojik formasyonlarının gereği olduğu için “hayatın her alanını İslamileştirme” yönünde genişlettiğini, özellikle son on küsur yılda iyiden iyiye “toplum mühendisliği” boyutlarına vardırdığını söyleyince pek de özgün bir şey söylemiş olmayacağım belki ama zaten bu yazıda derdim de özgün bir şey söylemekten ziyade öncelikle olgusal haritayı çizmek ve bu olgular karşısında durmamız gereken noktayı netleştirmeye çalışmak olacak.
Kemalizmin bu tür “mühendislik” girişimlerini hep telin etmiş liberallerin “toplum özüne dönüyor” filan zannederek uzun yıllar ses etmedikleri bu “İslamcı mühendislik” son birkaç yılda iyiden iyiye gemi azıya almış durumda: Eğitimden sağlığa, kültürden yargıya, dış politika önceliklerinden kamusal istihdam ölçütlerine, grev yasaklamalarından kadının adının bile fazla gelip “aile” perdesi arkasına itilmesine (En manidar gösterge “Kadın Bakanlığı”nın “Aile ve Çocuk Bakanlığı”na dönüştürülmesiydi herhalde) istisnasız her yerde “din” devreye sokulmakta.
Bu din müsvettesi de farklı görünümleri olsa bile neredeyse münhasıran “itaat” imalatının hizmetinde: Patrona, kocaya, devlete asla isyan etmemeyi, kayıtsız şartsız itaati ve sürekli elimizdekine “şükretme”yi telkin ediyor. Evladın, memleketin ordusu elalemin ülkesinde İhvancı maceralar peşinde koştuğu ve kendine bitmek tükenmez bir “Kürtleri tedip etme” misyonu biçtiği için pisi pisine hayatını mı kaybetti, “şükret şehit oldu!” Sermaye maazallah yüksek ücretlerden ürker de yatırım yapmaz diye uzun yıllardır eridikçe eriyen bir asgari ücrete çalışıp (çalışan nüfusun yarısı, inanılmaz ama gerçek, yarısı böyle çalışıyor!) yarı aç-yarı tok mu yaşıyorsun; Avrupa doğalgazı Rusya’dan metreküpü 110 dolara alırken senin hükümetin 250 dolara aldığı için ısınamıyor musun, “isyan etme, bunu da bulamayan var, şükret!” Kocan seni sürekli aşağılıyor, eziyor, dövüyor, öldürmekle mi tehdit ediyor, “sesini çıkarma, başında bir kocan var, şükret!” Senelerdir senden toplanan milyonlarca liralık vergin binaları dayanıklı hale getirmek dışında her şey için kullanıldığından depremde evini-barkını, yakınlarını mı kaybettin, sakat mı kaldın, “Allah bizi bununla sınıyor. İsyan Müslüman’a yaraşmaz!”
Bu son derece ilkel ama bir o kadar da işlevsel din telakkisinin insanlık-düşmanı olduğunu zaten biliyorduk; depremin ardından bunun için topladığınız vergileri niye insanlar beton altında kalıp ölmesin diye kullanmadınız sorusunu soranlara, karşı cenahtan gelen “hepinizi ezeceğiz, şükür nedir bilmeyenler sizi!” türü Aktroll tepkileri bunu iyice teyit etti. Üstelik bize düşman gözüyle bakan bu din telakkisini pekiştirmek ve yaymakla görevli Diyanet’in ne kadar kritik bir işlev gördüğünün farkında olan AKP iktidarı, bizlerin çalışıp kazandıklarımızdan, satın aldığımız her şeyden dünyanın hiçbir yerinde görülmedik ölçüde fahiş vergiler alarak oluşturduğu bütçenin her sene gittikçe büyüyen bir dilimini (geçen sene 10.4, bu sene 11.5 milyar TL) dini, iktidar aygıtına indirgemekle görevli bu kuruma ayırıyor. Bu durumda talebimiz de gayet net olmalı: Sekiz bakanlığın bütçesinden fazla bütçe kullanan bu kurumun en kısa zamanda lağvedilmesi gerekiyor. Şu anda olmayacak duaya amin demek gibi bir şeyden farksız görünse de Twitter gibi sosyal medya ağlarında sık sık gördüğümüz #DiyanetKapatılsın başlığını reel hayata acilen taşımak lazım.
Bu iktidarın bunu yapacağını sanacak kadar saf olunduğundan gündeme gelmiyor bu talep bence sosyal medyada. Mutlak çoğunluğu aslında tâ yeni Anayasa referandumunda kaybettiği halde sadece muhalefet partilerinin (hadi başka bir şey demeyelim) ürkekliği yüzünden iktidarını sürdürebilen AKP-MHP rejiminin her geçen gün eridiği, gittikçe daha canhıraş bir halde sarıldığı din simidinin de (tıpkı diğer simitler, milliyetçilik simidi, militarizm simidi, Kanal İstanbul simidi vs. gibi) kendisini kurtaramayacağı artık netleşti (Olağandışı şeyler olmazsa ve müesses muhalefet de bu olağandışılığa her zamanki gibi rıza göstermezse, diye de bir şerh düşmek lazım). Birkaç sene içinde CHP öncülüğünde parlamenter rejimi restore etmek amacıyla kurulacakmış gibi görünen koalisyon hükümetinin bileşenlerine yönelik bir talep, bir uyarı, hatta bir talimat bu işin aslına bakılırsa. Bu koalisyonun şu ana kadar bu talebi dillendiren tek siyasi parti olan HDP ile kurulması düşük bir olasılık; muhtemelen İyi Parti ve AKP kaçkınlarının kurduğu-kuracağı yeni partilerle koalisyon yapılma olasılığı yüksek. O durumda da “realist” bakış şunu söyleyecektir bize: Bu partilerin CHP dahil hiçbirinin şimdiye kadar bu “İslami mühendislik” konusunda ciddi ve tutarlı bir itiraz sergilemedikleri, CHP’nin 2000’li yıllarda başörtülü kız öğrencilerin üniversiteye girmesine “laiklik elden gidiyor” diye kıyamet koparırken özellikle şu son beş-on yılda devletin laiklik vasfını neredeyse bütünüyle yitirmesine yol açan fiillere “aman muhafazakârları ürkütmeyeyim” diye ses etmemeyi alışkanlık haline getirdiği, en önemlisi AKP’den kaçanların o mühendisliğin “bani”lerinden olduğu düşünüldüğünde bu talebin onlarda da gerçek bir karşılık bulması beklenemez. Onlar en fazla “selefi” unsurlardan arındırılmış, daha “doğru” ve hoşgörülü bir din, daha doğrusu Sünnilik anlayışı vazeden, belki bütçesi de biraz kısılan bir Diyanet formülünde karar kılmak isteyeceklerdir.
Bu “realist” bakışa karşı bizler yine de ısrarcı olmalı ve bu koalisyona tek başına muhalefet edecek ama kritik konularda hep desteğine ihtiyaç duyulacak HDP’nin (ve CHP’nin bu tasfiyeye sıcak bakabilecek, maalesef çok azınlıkta kalan solcu kanadıyla gençlik teşkilatlarının) bu talebini daha gür bir sesle dile getirmesi için bu meseleyi hep gündemde tutarak baskı oluşturmalıyız. Yeni bir anayasa yapmak da gündemde olacağı ve anayasada da yine laiklik maddesi olacağı için, Diyanet’in bizatihi varlığının laiklik ilkesine aykırı olduğunu sürekli vurgulamalıyız. Türkiye’nin demokrat aydınları bu tezi daha 1940’larda bile bu topraklarda gündeme getirebildiğine göre Diyanet’in yol açabildiği muazzam tahribatı gözleriyle görüp ikrah getirmiş milyonlarca (çoğu genç) insanın olduğu bir memlekette çok daha güçlü ve sonuç alıcı bir biçimde dile getirilmesinin önünde bir engel yok.
Din(ler)in devleti yönlendirmesine karşı olduğumuz gibi (daha iyi bir siyasal özyönetim modeli ortaya konamadıkça maalesef varlığına katlanmak zorunda olduğumuz) devletin de din(ler)i yönlendirmesine karşı olmayı gerektirdiğini bizde ilk söyleyenlerden biri yukarıda bahsi geçen Adnan Adıvar’dı. 1950’de DP’nin iktidara gelmesinin hemen ardından yaşanan ezanın tekrar Arapça okunması konulu hararetli meclis görüşmeleri sırasında yazdığı bir yazıda bu meselelere karar vermenin “laik bir hükümet”in işi olamayacağını savunan tek kişidir (“Din ve Laiklik II”, Hakikat Yolunda –Emeklemeler-, 1954, s. 173-4). O metinde ilginç bir anekdot da anlatır Adıvar. Arkadaşı olduğu anlaşılan Dr. Refik Saydam başbakan olduğu sıralarda Adıvar’a cumhuriyet rejiminin laikliğe duyduğu saygıyı gösterdiğini düşündüğü bir örnek vermiş. Bir nedenle hükümet camilerde Fetih suresinin okunmasını isteyince (AKP’den önce laik Cumhuriyetimiz de halkı “seferberliğe” çağırmak için bu yöntemden medet ummuş demek ki!) Diyanet İşler Reisi’nin, “Cumhuriyet idaresi”nin “böyle emirler vermeğe hak ve salâhiyeti” olmadığını söyleyerek isteği reddettiğini, Reis’e hak vererek anlatmış.
Hikâyenin bu kısmı da başlı başına üzerinde durulmaya değer ama Adıvar’ın Saydam’a verdiği cevap bizi daha çok ilgilendiriyor, kendisinden dinleyelim: “Ben kendisine bu düşünüşün doğru olduğunu söylemekle beraber işin esasından bozukluğunu ve binaenaleyh bu teşekkülün Anayasaya muhalif bir teşekkül olduğunu anlatmağa çalışmıştım. Bu kısa hikâye ve mülakattan sonra kiminle bu bahse dair konuştum ise Anayasa ile Diyanet İşleri Riyaseti teşkilatındaki bu tezadı belirtmekten geri durmadım.” Bu konuşmanın ardından Adıvar 40’lı yıllar boyunca birçok CHP’li milletvekiline bu savını anlattığını belirtir ve şöyle der: “Bu tarz konuşmalardan aldığım cevaplar hemen hemen ekseriyetle tasvipkâr olmakla beraber arada bir de ‘o halde ne yapalım?’ sualiyle karşılaşırdı. Halbuki yapılacak iş, güç olsa bile alınacak prensip kararı pek basit idi: Hükümetin her şeye şamil olan velâyeti dolayısile devletin yüksek menfaatlerine, şahısların vicdan hürriyetlerine ve umumî nizama dokunacak hareketleri önlemesi şartıyla din işlerini o dinin saliklerinin cemaatine bırakmak.”
Bugün laiklikten yana olduğunu söyleyen herkesin benimsemesi gereken pozisyon da (tabii “devletin yüksek menfaatleri” kısmı artık bizi ilgilendirmiyor, o yüksek menfaatler hep biz yurttaşların aleyhine çalışıyor nedense(!)) budur: Sahiden laik bir devlet hiçbir din anlayışına diğerleri aleyhine maddi ve manevi destek veremez, hiçbir din adamının maaşı devlet bütçesinden ödenemez; din adamları maaşlarını doğrudan hitap ettikleri cemaat üyelerinden alırlar. Devlet din eğitimi de veremez (o yüzden İmam-Hatipler de bütünüyle özelleştirilmelidir), sadece verilen eğitimin kişileri “nefret suçu” ve “insan haklarına aykırı fiiller” işlemeye sevk edip etmediğini, insanların vicdan hürriyeti üzerinde baskı kurulup kurulmadığını denetler, böyle suçlar işleyenleri de hukuken cezalandırır. Diyanetten maaş alanlar aç mı kalsın diye soracaklar olursa da şu söylenebilir: Diyanet için maaşlarımızdan kesilen miktar iade edilir ve aldığımız malların fiyatına yansıtılan vergi payları düşürülürse Türkiye’nin Sünni müslümanları elbette kendilerine din öğretenleri açıkta bırakmayacak kadar cömert olacaklardır.
Yazdıklarının satır aralarından inançlı bir insan olduğu da sezilen Adnan Adıvar, dini iktidarla değil esasen ahlâkla ilgili bir inançlar bütünü olarak gördüğü için (Şahsen kendisinin Cumhuriyet’in en önemli “etikçi”si olduğunu düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü yayınlanmamış yazılarından hazırladığım ve yakında yayınlanacak bir seçkiye yazacağım sunuşta anlatırım meraklılarına), her türlü ahlâki kaygıyla ve en önemlisi kayıtsız şartsız adalet ve hakkaniyet buyruğuyla bağlarını koparıp sadece dışsal ritüellere odaklanan, kendini her koşulda iktidarın zulümlerini aklamaya vakfetmiş, şu anki Diyanet-tarzı din telakkisi karşısında dehşete kapılırdı eminim (o yüzden şu son yıllarda olup bitenlerin, bütünüyle devletleşmiş dinin kendi inandıkları dine ne kadar zarar verdiğini gören samimi müslümanların da dine devletin artık karışmaması gerektiği, o yüzden de diyanet gibi kurumların kapatılması gerektiği tezini, gerekçeleri net ve saygılı bir şekilde kendilerine açıklandığı takdirde, pekâlâ benimseyebileceklerini düşünüyorum).
Adıvar sadece laikliğin bizde de “medeni” memleketlerdeki haliyle uygulanmasını istemekle kalmamış, ömrü boyunca birçok yazı kaleme alarak hiç değilse okuryazar kamuoyunda gerçek bir “bilim sevgisi” yeşertmeye çalışmış, “hümanizm” anlayışının bilimle, bilim anlayışının da hümanizmle pekiştirilmesi gerekliliğini sürekli vurgulamış ve daha somut olarak da her koşulda üniversitelerin özerkliğinden yana tavır almıştı. Bilim anlayışı şimdiki “tekno-muhafazakârlar”ınki gibi (bu kullanışlı terim Fırat Mollaer’e ait) teknolojiden elde edilecek iktisadi ve dolayısıyla siyasi fayda beklentisiyle belirlenmiş değildi: “Saf ilmin asıl gayesi ne sürati çoğaltmak, ne lüzumundan fazla mal hasıl etmek, ne şu siyah toprağı altın yapmak, belki içine insan ve insanın bütün münasebetleri dahil olduğu halde tabiatı anlamaktır” diyebilmişti. Tabiatı anlamanın ve insan hayatını bu anlayışı da mutlaka göz önünde bulundurarak örgütlemenin (hele ki fay hatlarının üzerine kurulmuş bizimki gibi bir ülkede) ne kadar hayati bir önem taşıdığı, Kanal İstanbul, HES’ler, termik ve nükleer santraller gibi binlerce girişimde bilimsel verileri hiç umursamamanın da ötesinde açıktan açığa bilim düşmanlığı yapılabilen şu son yıllarda iyice anlaşılmış olsa gerek. Bilim insanları seslerine kulak verilmesi için yalvaracak hale geldi. Onlara kulak vermemenin, tabiatın bilgisini hiç mi hiç umursamamanın ne kadar insani felakete yol açtığını her depremden sonra görmekten usanmadık mı?
O halde iki talebi birlikte yükseltmek kaçınılmaz: Diyanet Kapatılsın, Bilim (ve Üniversiteler) Özgürleştirilsin!