Çuvaldız, alternatif, Kızılay
Kızılay’ın, sivillerin de söz sahibi olduğu, devletçe finanse ve takviye edilen bir kurum olması muhalefet gündeminde yeralmalı. Bugünkü yolsuzluk aleti haline bakıp “boşverin Kızılay’ı” diyenler, hayatında deprem bölgesi görmemiş veya gördüklerini umursamayan apolitik tipler olabilir ancak.
29 Ocak’ta Medyascope’ta Işın Eliçin’in “Femfikir” programına -Mehveş Evin’le birlikte- konuk olan Ayşe Çavdar, depremde muhalif ve alternatif medyanın iyi bir sınav vermediğini söyleyerek söze başladı. Çuvaldızı kendimize batırma bâbından.
Mâlûmunuz, çuvaldızı kendimize batırmayı sevmeyiz. Temiz kalarak yükselemeyecekleri kudret makamlarına ulaşmış muktedirlerin, falsoları kendilerine karşı silaha dönebilecek her türlü haksız-hukuksuz güç ve servet sahibinin, nasıl olduysa edindiği naylondan itibar azıcık kuvvetli rüzgârda savrulup gidebilecek şöhret ehlinin kendine çuvaldız batırmaktan ölesiye korkması ve kaçınması normaldir de, adaletsizliğe karşı çıkma, hele eşitsizlikle mücadele etme, hele hele dünyayı dönüştürme iddiasındaki her türlü rejim ve düzen muhalifinin bu konudaki tutumu anlaşılmaz görünür. Oysa “özeleştiri” kelimesine ne tutkunuzdur!
MUAMMA
Hem kendimize çuvaldız batırma fikri karşısında kapıldığımız dehşet hem de aynı anda özeleştiri kelimesine tutkunluk muamma yaratır. Muammanın mümkün çözümünü sağlamaya aday iki varsayımdan sözedebiliriz.
İlkine şu soruyla ulaşabiliriz: Kendine çuvaldız batırmaktan korkmanın temel sebebi eğer yaratılmış “imaj”ın, verilmiş izlenimin, elde edilmiş konumun, yüklenildiği ileri sürülen misyonun, temsil etme iddiasında olunan fikir, hareket veya toplulukların, yani kısaca “mahalle içi” iktidarın kaybı değilse nedir? Fikirlerinin beklenebileceği kadar insanı artık heyecanlandırmadığını, çağrılarının beklenebileceği ölçüde karşılık bulmadığını, önerilerinin hem ilgi ve dikkat uyandırmadığını hem geçersizliklerinin birer birer ortaya çıktığını, yöntemlerinin işe yaramazlaştığını, vs. gören siyasî hareketlerden ne beklenir? Buna Türkiye işi -“Türk işi” değil, çünkü bu topraklar üzerinde siyaset yapan kimse bundan muaf değil- cevap vereceksek, diyebileceğimiz şudur: Mâlûm ve mâhut çift yönlü kaçamak mekanizması. Bir yanda her türlü musibeti şahsında cisimleştireceğiniz -tercihen uluslararası- düşmanı, yanlışlarınızı soğuracak kutsal mağara -içinde karanlık adamların son teknolojiyle fenalıklar imal ettikleri mağara- gibi resmederken, öbür yanda “mahalle içi” iktidarın yanıbaşından “iç düşman” tedarik etmek. Türkiye’deki bütün siyasî hareketlerin “içimizdeki hain”leri vardır. Kötü giden her ne varsa, şüphesiz bir yandan da dışarıdaki esas düşmanın uzantıları saymakta beis görülmeyen o hainler, dönekler vs. yüzünden öyle gidiyordur.
İkinci varsayım, bunlara rağmen özeleştiri kelimesine olan tutkulu bağlılığımızı açıklayacak şey ise, sanırım bunun sahici içeriğiyle bir kavram olarak değil, aslında telaffuz edildiğinde başka şeyin kastedildiği bir şifre olarak kullanılmasıdır: Yaygın anlamıyla özeleştiri, tartışma-anlaşmazlık halinde bulunulmuş/bulunulan, hasımlaştırılmış rakip odakları hatalarını kabul, bizim haklılığımızı ilan etmeye çağırmaktan ibarettir.
MEÇHUL SOKAKLAR
Yani ortada çelişki yok. Muamma yok. Hep haklı, hep doğru görülmek, öyle olduğumuzun teslim edilmesi, bu maksatla, olabildiğince az hata yapmak için bulunduğumuz yerden olabildiğince az kıpırdamak, elimizi bilmediğimiz su birikintilerine sokmamak, ayağımızı tanımadığımız çamurlu sokaklara atmamak, en fazla kendi binamızın penceresinden dışarıya bağırmak, bize kulak verilmesini ve seslendiklerimizin kapımızda kuyruğa girmesini beklemek, olmadığında bunun müziği köklemiş emperyalistler yüzünden veya yeterince yüksek sesle bağırmayarak haklı eylemimizi zayıflatan, kararsız, iradesiz, yanlış yoldaki kimseler ya da geceleri pencereyi ısrarla açık bırakıp sesimizin kısılmasına yolaçan mâlûm hainlerin marifetleri sebebiyle olduğuna inanmak, maalesef muhalif saflarımızın yerli-millî hayat tavrını oluşturuyor. Bu yüzden, binadan çıkıp meçhul sokaklarda muhatap arayanlara çok kızılır.
Niye batıralım çuvaldızı kendimize? Çünkü devam etmemesi gereken, etmesi halinde büyük felaketlere sürükleneceğimiz bir durumun içerisindeyiz ve bugüne kadarki kafamızla, halimiz tavrımızla gidişatı önleyemiyoruz, gidişata varlıklarıyla, ruhlarıyla, katılım ya da boyun eğişleriyle ya da umursamazlıklarıyla destek olanları cezbedecek, felaket teknesini devirmeden yanaştırıp olabildiğince çoğumuzun salimen kıyıya çıkmasını sağlayacak güçlü, güvenilir alternatifler geliştiremiyoruz. Geliştiremiyorsak öncelikle değiştirmemiz gereken şeyler kendimizdedir. Çuvaldızı batırınca duyacağımız acı sağaltıcı, canlandırıcı acıdır. Uyandırıcı acıdır.
Ayşe Çavdar, aşırı dozda adrenalin yüzünden pek sağlıksız ruh halleri içinde debelendiğimizi anlatmaya çalıştı. Ona göre, iktidarın kapıldığı ve hepimizi kurbanı ettiği “krizi fırsata çevirme” illeti -Çavdar buna “karaborsacı esnaf ideolojisi” diyor: Mal istifleyip karaborsa fırsatı kollayan sinsi esnaf tavrı- yüzünden devamlı krizler yaratıldı, öyle çok adrenalin salgılandı ki, bünyemiz artık fazlasını kaldıracak halde değil. Tam da bu yüzden, karşılaşılan gerçek bir kriz, bu defa deprem, “gerçek olduğu bilindiği için” paniğimizin dozunu artırdı.
‘ALTERNATİF’ NE DEMEK?
Çuvaldız meselesineyse şuradan geliyoruz. “Asıl sinirlerimi bozan ve hafif umutsuzluğa kapıldığım şey,” dedi Çavdar, sözkonusu programda, “alternatif ya da muhalif medyanın da benzer bir dili tutturmuş olması.” Doğrusu bu, uzun zamandır konu edilmesi gereken bir sorun. “AKP’ye muhalefet” denen şeyin icapları, imkânları, gerekleri hiçbir zaman ciddî tartışma konusu edilmiyor. Ne yapılırsa ne sonuç alınır, ne yapılırsa geri teper, bunlar herkesin takıntılarından, hınçlarından bağımsız, nesnel tartışmanın nesnesi yapılamıyor. Bunun genel sorun oluşu ve etkili ve yaygın, hem geniş hem derin muhalefet siyaseti ve stratejisi geliştirmeyi engelleyişi bir yana, acil somut durumlarda alınan tavırlar, yaklaşılıp cezbedilmesi gereken -eğer doğru düzgün değişim isteniyorsa şart olan!- insanları karşı tarafa doğru itici, uzaklaştırıcı olabiliyor.
Ayşe Çavdar, AFAD hakkındaki yayınları örnek gösterdi, failin işaret ve ilan edilmesi esnasında kurbanı gözetmeme tutumuna işaret ederek. Henüz can yakıcı arama-kurtarma aşamasındayken, AFAD’ın faaliyetini “bodoslama eleştirme”nin “özellikle deprem bölgesinde gözü kulağı sosyal medyada filan olan insanlarda nasıl travma yaratacağını hiç düşünmeme”nin, “en kötü haberi en kötü kelimelerle verebilme yarışı”nın, insanları muhalif yapmayacağına, aksine, iktidarca yaratılan zehirli anksiyete halinin derinleşmesine katkıda bulunacağına ve muhtemel, müstakbel alternatiflerin güvenilirliğini de sorgulatacağına işaret etti. “Medyanın yüzde doksan beşi zaten güvenilmez vaziyette,” dedi Çavdar, mealen, “onlara iktidara yakınlıkları nedeniyle güvenmiyoruz, fakat alternatif medyanın, ne oluyor diye göz atmaya çalıştığımız medyanın, umutsuzluğun, olmayışın, ulaşamayışın, becerilemeyişin, her şeyin katastrofik oluşunun yayınını neredeyse pornografik olarak yapması o tarafta da güvenilecek bir şey bırakmıyor.”
Boyuna tekrarlıyorum, alternatif haberciliğin güvenilirliği mecburiyeti, sahici toplumsal değişim istiyorsak, asla hafifsenmeyecek meseledir. Çünkü bu, toplumsal yaşamı yeniden şekillendirmeden, kamu kurumlarını yeniden inşa etmeden asla gerçekleşmeyecek doğru düzgün istikbal projesinin parçası.
Bir de bu güvenilirliğin “içeriği” meselesi var. Deprem gibi büyük afet halleri, parça parça sivil inisiyatiflerin gönüllü çabalarının -hernekadar kimi yerde hayatî roller oynasalar da- çözmekte yeterli olmayacağı, ancak devletin belirli özel işler için örgütlenmiş, donatılmış birimlerinin, uzman kamu kurumlarının katılımıyla halledilebilecek çapta sorunlara yolaçar. 1999 büyük depreminde gördük ki, hareket kabiliyeti devlet birimleri ve kamu kurumlarınınkiyle kıyaslanmayacak kadar yüksek, kıvrak, yaratıcı sivil inisiyatiflerle kurumların birikimi ve gücü biraraya gelse işler bambaşka yürüyebilecek. Ayrıca, Kızılay gibi kurumlar, iktidarı şu veya bu şekilde ele geçirip kendini kudret sahibi, Kızılay’ı da kendi fıtratlarına uygun rezilliklerin mekânı etmiş birtakım zevata değil bize aittir; yurttaşlara. (Türkiye’nin şu halinde, silahlı bekçilerce tenhada hırpalanmaya adayken, kendimize yurttaş dememiz aynı anda hem gülünç hem zavallıca görünebilir. Lâkin bunu kendimize yakıştırmayacaksak “siyaset” veya “değişim” gibi kelimelerle de işimizin olmaması gerekir.) Kızılay’dan vazgeçemeyiz. Yukarıdan beri kurmaya çalıştığım bağlamda diyeceğim o ki, Kızılay’ın, sivillerin de söz sahibi olduğu, devletçe finanse ve takviye edilen bir kurum olması muhalefet gündeminde yeralmalı. Bugünkü yolsuzluk aleti haline bakıp “boşverin Kızılay’ı” diyenler, hayatında deprem bölgesi görmemiş veya gördüklerini umursamayan apolitik tipler olabilir ancak.
“Bize ait bir kurumu nasıl bencilce, sinsice emellerinize alet edersiniz!” hesabı sormakla, sorarken, o kurumu olması gerekene dönüştürme potansiyelini hissettirmekle, (aynı zamanda, şu anda Kızılay’ın dağıttığı yemekle beslenen depremzedeleri gözetmekle,) onu yalnız hasmınızın yolsuzluk makinesinin çarkı kabul edip, sizi ilgilendirmeyen eski eşya gibi kenara atmaya kalkmak arasında -bir fikriyat ve medeniyet büyüğümüzün ifadesiyle- “üç yüz altmış derece” :)) fark var. İkincisinden değişim-dönüşüm potansiyeli, alternatif iktidar ihtimali çıkmaz.