YAZARLAR

Tavşan Jojo: Nefret karşıtı hiciv yaratmanın zorluğu...

Filmde dönem, sınırlı mekanlara rağmen gayet inandırıcı bir şekilde yansıtılıyor. Yönetmenin sık sık Jojo’nun bakışına geçmesi, hikayeye en baştan kapılmamızı sağlıyor. Filmin iç mekanlarındaki ‘sıkışmışlık’ ve dış mekanlardaki ‘sahte ferahlama’ seyirciye tam anlamıyla hissettiriliyor.

‘Jojo Rabbit’ filmi, isminin düşündürebileceği gibi eğlenceli bir film değil, daha çok İkinci Dünya Savaşı gibi trajik bir dönemde bir çocuğun ideolojik olarak ‘kirletilmesi’ ve bunun hayatında yarattığı dalgalanmalar üzerine bir film. Ama bu filmi aynı zamanda bir nefret karşıtı hiciv olarak da değerlendirebiliriz…

Filmin başkahramanı Jojo’nun bir çocuk, hayali arkadaşının ve idolünün Adolf Hitler(!) olduğunu göz önüne alırsak, filmin iddialı olduğu kadar ‘tehlikeli’ sularda gezdiğini de söyleyebiliriz. Zira insanlık tarihindeki bu büyük soykırımın ve katliamın mimarı olan bir tarihi karakteri, hayali bile olsa komik, koruyucu ve ‘motivasyon arttırıcı’ bir kişi olarak sunmak, doğal olarak riskli bir işti ve çok tartışıldı.

Ancak yönetmen yanlış yorumlamalardan kendini iki etkili yol kullanarak uzak tutuyor: İlk olarak baş karakteri Jojo’nun Nazi destekçisi olmasının çok yanlış bir ‘düşünme biçimi’ olduğunun altını film boyunca çiziyor. İkinci olarak da adeta ‘beyni yıkanmış’ bu çocuğun etrafındaki dünyanın ne kadar sahte, gösterişçi ve kimseye güvence sağlamayan, canice bir felsefe barındırdığını açıkça gösteriyor. Ortaya çıkan sonuç ise bir İkinci Dünya Savaşı parodisi değil, İkinci Dünya Savaşı sırasında ‘parodi’ haline dönüşen karakterleri sunan bir yapım gibi duruyor.

Jojo, on yaşlarında, İkinci Dünya Savaşı'nın en alevlenmiş olduğu dönemde, Almanya’da, annesiyle yalnız yaşayan bir çocuktur. Kendisi annesinin aksine, Naziler'in politikasına tamamen inanmış ve destek veren, neredeyse fanatik derecede bir Nazi yanlısı olarak eğitilmektedir. Aslında tamamen yalnız olduğu kendi dünyasında ise en önemli hayali arkadaş olarak Adolf Hitler’i (!) seçmiştir. Nazilerin ‘çocuk asker’ yetiştirdiği bir kampta bulunurken bir kaza geçiren Jojo yaralanır ve mecburen evine dönmek zorunda kalır. Evde annesinin Yahudi bir genç kızı sakladığını öğrenince ciddi bir ikilem arasında kalır. Bu sır, kaynayan bir kazanı andıran ülkesinde, hem kendisinin hem de annesinin hayatını etkileyecektir.

JOJO’NUN ‘KULLANILMIŞ’ AKLI…

Yönetmen filminin ortamını ve karakterlerini kurarken daha en baştan ‘yargılayıcı’ bir bakış takınmıyor, çünkü zaten izleyicinin kolayca değerlendirebileceği ve taraf tutabileceği bir dünya kuruyor. Ancak bu yol bir ‘kolaya kaçma’ veya ‘düşünmemeye’ itme gayesiyle değil, bu kadar sert bir evrende bile karakterlerinin ne kadar derin olabileceğini göstermek amacıyla izlenmiş gibi duruyor.

Öncelikle başkarakter Jojo, on yaşında sempatik, annesine değer veren ve kendi halinde bir çocuk. Onun kuşkusuz Naziler tarafından ‘kurgulanmış’, ‘inandırılmış’ ve ‘gaza getirilmiş’ beyni, Jojo’nun özünde kötü değil, sadece feci bir şekilde ‘kullanılan’ bir kişi olduğunu gözler önüne seriyor. Babasının savaşa gittiğini ve muhtemelen öldüğünü var sayarsak, onun ailesinden geri kalan annesi Rosie ise kesinlikle Nazi yanlısı olmadığı halde Almanya’nın o dönemki politikasına ters düşmeyecek hareketlerde bulunuyor ve oğlunun kendisinin tasvip etmediği eylemlerde bulunmasına göz yumuyor. Bu ‘arada’ tutumunun Rosie’nin genç bir Yahudi kızını tavan arasında saklamasıyla ‘muhalif’ yöne doğru netleştiğinde ekleyelim.

ADOLF HİTLER PORTRESİ!

Filmin diğer önemli karakteri ‘hayali arkadaş’ Adolf Hitler’e bakacak olursak… Yönetmenin kendisinin canlandırdığı ‘Hitler’i ‘saf bir cani’ gibi değil ama dengesiz, kompleksli ve şaşkın bir porte gibi çiziliyor. Hitap becerisi çok yüksek olduğu halde hep bunun ‘sözde’ kaldığını anlıyoruz ve eylemlerinde çocuksu bir hava eksik olmuyor, hatta bazen Jojo’nun yanında koşuyor, onunla çılgınlık yapıyor. Ancak tabii burada Adolf Hitler portresi, Jojo’nun onu nasıl gördüğü üzerine çiziliyor. Sanki burada apolitik olması gereken bir çocuğun bakış açısından ‘ırkçı’ söylemlerin tabii ki nasıl algılanabileceği gösterilmeye çalışılıyor.

Aslında bu ‘çocuk’ bakış açısı biraz yönetmen Wes Anderson’un dünyasını ve özellikle ‘Moonrise Kingdom’ (2012) filmini hatırlatıyor. Hatırlanacağı üzere bu filmde de olaylar iki çocuk izcinin gözünden anlatıyor, çocuk karakterler olaylara tanık olarak değil, adeta olayların fitilini ateşleyen kişiler olarak tanıtılıyordu. Her ne kadar Jojo karakterindeki naif bakış açısı benzerlik taşısa da tabii ki ortam ve olaylar farklı…

Yönetmen başkarakterinin film içerisindeki ‘değişimini’ sağlam bir temele oturtmak için dönem olarak İkinci Dünya Savaşı'nın bütününü değil, belli bir ‘bölümünü’ kullanıyor. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Almanya ağır kayıplar verip, savaşı kaybetmeye başlayınca son çare olarak ‘çocuk’ yaşta olabilecek gençleri eğitip cepheye gönderiliyordu. Zaten Jojo’nun da filmin başında katıldığı askeri kamp bunlardan biri gibi duruyor. Almanya’nın savaşı kaybetmesi ve özellikle Jojo’nun idolü Hitler’in intiharı başkaraktere, çocuk olarak ne kadar ‘sahte’ bir şeye inandığını kanıtlıyor ve olaylara başka bir şekilde bakmasını hızlandırıyor.

Filmdeki Yahudi genç kız da oldukça farklı bir karakter olarak çiziliyor. Nazi Almanyası'ndaki bütün Yahudiler gibi büyük bir tehlike altında olmasına rağmen, saklandığı ev sınırları içerisinde asla mazlum, çaresiz bir kurban gibi davranmıyor. Hatta onun gizlendiğini fark eden Jojo’yu bile tehdit etmekten kaçınmıyor. Aynı şekilde sürekli bastırdığı, bahsetmediği iç dünyası da film ilerledikçe açılıyor, belirginleşmeye başlıyor.

Filmin ikinci bölümü olarak adlandırabileceğimiz bu kısım ise derinden Mel Brooks sineması esintileri taşıyor. Başkarakterin yaşadığı bu değişim ve yüz yüze kaldığı karakterlerdeki ironik bakış açısı zaman zaman filmin hiciv yönünün altını çiziyor.

FİLMDEKİ MİZAHIN TADI YOK!

Bütün bu ağır ortam ve olaylara rağmen filmde belli bir mizah kendini hissettiriyor. Ancak bu mizah tam olarak işlemiyor hatta bazı yerlerde ‘eğreti’ duruyor. Her ne kadar Jojo’nun başından geçen olaylar ve onun bu olaylara bakışı ilginç dursa da Hitler’i komik, Gestapo subaylarını şapşal veya SS subaylarını biraz şaşkın göstermek sık sık dönemin ciddiyetini gereksiz derecede zayıflatıyor ve filmi, dönem filmiyle durum komedisi arasında bir havaya sokuyor. Kuşkusuz yönetmen İkinci Dünya Savaşı'nın baş kötü karakterlerini bazı açılardan hoş göstermek veya onları ‘hafife’ almak gibi bir amaç gütmüyor ama bu ‘karışım’ sık sık ağzımızda ‘ekşi’ bir tat bırakıyor.

Aslında filmin ‘gerçek dünyaya dönüş’ gibi nitelendirebileceğimiz final kısmı ise, çocuk kahramanın kendi iç dünyasından çıkıp acı verici gerçek dünyayla karşılaştığında yaşadığı şoku konu alıyor. Bu kısım ise ister istemez Roberto Benigni’nin ‘Hayat Güzeldir’ (1997) filmini akla getiriyor. Ancak İtalyan sinemacı bu tezatlığı filmin bütününe daha dengeli bir şekilde yaymıştı.

Bütün bu ‘içeriksel’ aksamalarının yanında filmin sinemasal dilinin üst düzey olduğunu da kabul etmek gerekir. Filmde dönem, sınırlı mekanlara rağmen gayet inandırıcı bir şekilde yansıtılıyor. Yönetmenin sık sık Jojo’nun bakışına geçmesi, hikayeye en baştan kapılmamızı sağlıyor. Filmin iç mekanlarındaki ‘sıkışmışlık’ ve dış mekanlardaki ‘sahte ferahlama’ seyirciye tam anlamıyla hissettiriliyor. Oyuncular ise başta Jojo’yu oynayan çocuk oyuncu Roman Griffin Davis ve onun annesi Rosie’yi kusursuza yakın canlandıran Scarlett Johansson olmak üzere, filmin başarısına büyük katkıda bulunuyorlar.

Kısaca toparlamamız gerekirse yönetmen (ve oyuncu) Taiki Waititi’nin nasıl bir film yaratmak istediğini anlıyoruz: Küçük bir çocuğun bakış açısından savaş içindeki bir dünyaya ve onun ‘değişimine’ mizah katarak, bir nefret karşıtı hiciv filmi sunmak. Ancak dediğimiz gibi, bütün iyi niyeti ve becerisine rağmen nedense (!) filmi bize biraz ‘antipatik’ geliyor!

Yönetmen: Taika Waititi

Oyuncular: Roman Griffin Davis, Scarlett Johansson, Thomasin McKenzie, Taika Waititi, Sam Rockwell, Stephen Merchant, Rebel Wilson, Alfie Allen…

Ülke: ABD


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .