L’Azros: Filolojik kafaya sahip bir kadın
Bir kadın olarak Azra Erhat'ın “kurucu babalar”ın cemaatine dahil olabilmesi için kendisinden daha az yetenekli erkeklerden daha fazla çabalaması, kendisini mahremi, “kadınca zaafları” olmayan, müdanasız, güçlü bir kurumsal kimlik olarak kurması gerekiyordu.
Bazen aklınıza eskilerden bir isim düşer mi? Hâlâ hayattaysa, “şimdi nicedir hali, ne yapıp ediyordur?” diye, çoktan gittiyse de, “bu dünyadan geçerken neler biriktirmiş, biriktirdiklerinin ne kadarını bırakmış?” diye düşünür müsünüz siz de? İşte böyle günlerden birinde benim aklıma Mavi Anadolu akımının tek kadın üyesi, kadim Yunan dillerinin maharetli mütercimi, Mavi Yolculukların değişmez yolcusu Azra Erhat geldi.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği dönemin çocuğu olan Azra, kültürel sermayesi güçlü, ekonomik sermayesi zayıf bir ailenin kızı olarak çocukluğunu babasının iş bulduğu çeşitli Avrupa ülkelerinde geçirir. Kimi ailelerde rastlayacağınız türden, hakim cinsiyet rollerini, ahlaki normları ve dini terbiyeyi reddetme cüretini gösterebilen kız çocuklarından biridir. “Erkek gibi”liğin kamusal alana daha fazla dahil olmayı talep eden, okumaya düşkün, fiziksel görünüşüne, görgü kurallarına önem vermeyen kızlara atfedildiği düşünülecek olursa “erkek gibi bir kız”dır Azra. İlerde, yeğeni Gülleyla’ya yazdığı mektuplardan birinde bununla övünecektir:
“Koket bir kadın değilim. Tersine kadınca kırıtmalardan tiksinirim. Hemcinslerimi de severim, kadını kadın olarak erkekten daha çok tutar, daha iyi anlarım ama çoğu kadınlar da sinirime dokunur. Neden dersen, erkek değiller de ondan. Değerli kadın erkek kadındır, erkeğe asalak olmayan, bağımsız ve özgür insan.”
Zannımca onu, değerli kadının “erkek kadın” olduğuna inandıran çoğumuz gibi büyüyüp olgunlaşırken çevresinde bulunan kadınların özel alana kapalı olarak yaşayan/yaşamak zorunda kalan, muhafazakar ahlak anlayışının dayatmalarına, dinin kurallarına boyun eğen/eğmek zorunda kalan, ekmeğini kazanmak için çabalamayı ahlak düşkünlüğü olarak algılayan veya bunu yapmalarına izin verilmeyen kadınlar olmasıdır. Bir de Türkiye’ye geldikten bir süre sonra dahil olduğu savaştan kaçan Alman hocalardan kurulu Ankara’daki akademik camiada, Maarif’in Tercüme Bürosu ve Mavi Anadolucular grubundaki erkeklik temsilleridir.
Yukarıda yaptığım alıntıdan yola çıkarak diyebiliriz ki, gücü, bağımsızlığı, bilimi, aklı ve sağduyuyu temsil ettiğini düşündüğü ve erken Cumhuriyet’in Batı merkezli kültür politikalarının “kurucu babaları” sayılan bir erkek grubunun yakınında olmayı tercih etmiş, bunu bir nimet gibi görmüştür Azra Erhat. Bu erkekleri erken yaşta kaybettiği babasının yerine koyduğu da düşünülebilir. Otuzlu yıllarda döndüğü İstanbul’da öğrencisi olduğu ve ondan “filolojik bir kafa” diye bahseden Prof. Spitzer ile Ankara’da Dil Tarih’in Filoloji bölümünde asistanken birlikte çalıştığı Prof. Rhode’yi kast ederek, “Kara gününde bir babaya, bir desteğe ihtiyacın oldu mu, çıkar sana arka çıkacak bir baba, bir ağabey, bir dost” der.
A. Kadir ile birlikte tercüme ettiği İlyada destanında halkının tanrı gibi sevdiği bir figür olarak sunulan Prens Hektor’a benzettiği Atatürk ise asıl kurucu babadır onun için. 1937’de İstanbul’da yapılan 2. Türk Tarih Kongresi’nde gördüğü Atatürk’ü şöyle tarif eder:
“Bir hışırtı, sert adımlar, birçok insan ve başlarında bir adam. Bir adam mı, hayır, kollarını, bacaklarını, bedenini görmedim, yalnız iki göz gördüm. O iki göz bizi gördü mü? Belki gördü, belki görmedi. Ama biz gördük, ben baktım ve gördüm, bütün benliğimle baktım ve gördükçe göreceğim o gözleri, ömrüm oldukça yeni yeni anlamlar çıkaracağım o bakışlardan.”
“Atatürk’ün gözlerinin herkesin üzerinde olduğu” söylencesi, erken Cumhuriyet’ten bu yana, tüm ulusu bir aile, Atatürk’ü de o ailenin babası olarak görme eğiliminin tezahürüdür. AKP öncesi döneme kadar resmi kurumlara asılması zorunlu Atatürk portreleri, aile büyüğünün gözlerinin üstümüzde olduğu hissini versin diye de düşünülmüştü. Daha dönemin başında öğretmenin uyarısıyla farkına vardığımız, sınıfın neresine gidersek gidelim gözleriyle bizi takip eden ve hatalı davranışlarımızı, tembelliğimizi fark edip bizi kınayan bir tür panoptikon olarak Atatürk portresi ilkokul anılarım arasında yer alır.
Kurucu ideolojiyi besleyen damarlardan biri olan Mavi Anadoluculuk ve hümanizm Azra Erhat’ın da aralarında bulunduğu Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı, Orhan Burian, Vedat Günyol gibi çekirdek bir ekibin çabasıyla resmi tarih tartışmalarının içine yerleşti. Anadolu uygarlıklarını Batı'yla ilişkilendiren, Batı uygarlığının kökeninin de Anadolu’ya dayandığını, 1071’de Anadolu’ya akan Orta Asya Türk kavimlerinden önce orada Hititler gibi başka uygarlıkların yerleşik olduğunu savunuyordu bu grup. Onların iddiaları Kemalist ideolojinin seküler boyutunu ve Osmanlı’nın redd-i mirasına dayanan tarih anlatısını destekliyordu. Haliyle Türkçü ve Turancılardan ve bunun yanında Cumhuriyetçi düzene muhalif olan dindar kesimden de tepki görüyorlardı.
İşte bu tartışmaların bir tarafına yerleşen Azra Erhat, Hasan Ali Yücel’in çağrısıyla dahil olduğu Ankara, Ulus’taki Maarif’in Tercüme Bürosu’nda Mavi Anadolucuların yanı sıra, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday gibi isimlerle de tanıştı. Yıllar sonra Avrupa’dan memleketine dönmüş, Türkçesi kıt bir genç kadın olarak İstanbul’da Zeynep Hanım Konağı’nda Edebiyat Fakültesi’ne kayıt yaptırmaya çalışırken karşılaştığı ve artık Ankara’da olan Orhan Veli çoktandır dostuydu. Kendisine herkesin diline dolanan L’Azros ismini de, Türk diline ve kültürüne yabancılığı, Yunancaya aşinalığı sebebiyle o vermişti.
Azra Erhat meydan okumayı seven bir kadındır. Belçika’da okuduğu yıllar boyunca, görür görmez sevdalandığı ancak çok da cefasını çektiği Yunancadan, Hasan Ali Yücel’in de teşvikiyle birçok çeviri yapmıştır. Şiirsel metinler olduğu için A. Kadir’le birlikte çevirdikleri İlyada destanı ve efsanevi Mitoloji Sözlüğü tercümesi hâlâ başvuru kitaplarıdır. Sofokles ve Aristofenes’i de Türkçeye o kazandırmıştır.
İnsanın “daha önemli, felsefi ve geleceğe dair konuştuğuna” ve İstanbullu arkadaşlarla bile sohbetin lezzetinin arttığına inandığı Ankara’daki hocalık günleri onun için unutulmazdır. Ulus’taki Evkaf Apartmanı’ndaki Filoloji Bölümü’nden çıkıp Yenişehir’e doğru yürürken yapılır bu sohbetler. Yorulunca İstanbullu sanatçılar ve gazetecilerin de uğrak yeri olan ve kültürel, sanatsal konularda sohbet etmek için kimi ararsanız bulabileceğiniz Kutlu veya Özen pastanelerinde mola verilir.
“Kimseye hesap vermeden geçirdiği” Ankara günleri, kısa süre evli kaldığı Macar kocası ve “solcu arkadaşları” bahane edilerek 1947’deki üniversite tasfiyesiyle son bulur. Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi ve Mediha Berkes’le birlikte çok sevdikleri Dil Tarih’ten kopmak zorunda kalırlar. Erhat o günleri anarken hep öfkeli ve kırgındır. Yıllar sonra Gülleyla’ya şöyle yazar: “Ömrümde ne bir burs aldım, ne bir yardım. Araya o başıma bela evlilik girdi, Ankara Fakültesi'ndeki yerimden oldum, iki yıl başkasının eline baktım, bundan daha feci, daha alçaltıcı bir şey düşünemem. Boşandıktan sonra da bir daha evlenmedim. Ekonomik özgürlüğümden bir nebze ödün vermeyeceğim ömrüm oldukça.”
Bir “dava insanı” olan Azra Erhat, o dönem için bir “dava kenti” olan Ankara’yı da belki bu yüzden çok seviyordu. Bir kadın olarak “kurucu babalar”ın cemaatine dahil olabilmesi için kendisinden daha az yetenekli erkeklerden daha fazla çabalaması, kendisini mahremi, “kadınca zaafları” olmayan, müdanasız, güçlü bir kurumsal kimlik olarak kurması gerekiyordu. 12 Mart’tan sonra hapishanede geçirdiği dört ay boyunca yeğeni Gülleyla’ya yazdığı mektuplarda hayatının çoğunlukla kamusal alanda geçen kısımlarını anlatması bunu gösterir. Macar kocasıyla ilgili malumatın, kendisine bela getirdiğinden ibaret olması da bu sebepledir. Bu endişeli titizliğe rağmen, eski dostu Sabahattin Eyüboğlu Mavi Anadolucular'ın şenliği sayılan mavi yolculuklara önceleri kadın olduğu gerekçesiyle katılmasını engellemeye çalışır. Halikarnas Balıkçısı ile yakınlığı bir aşk ilişkisine yorulur. Yetenekli, cesur ve üretken kadınların kaderidir bu.
Azra Erhat erken ölümüne doğru yol alırken bile bu travmayı, soğukkanlılıkla karşıladığı bir deneyim gibi sunar: “Doğumuma tanıklık edemedim ama ölümüme edebileceğim.” Son günlerinde dostu Füreya Koral’dan mezarına konması için bir kuş ister. “Belki kuş olup uçarım” der. İyi niyetine, tavizlerine, sabrına, yeteneklerine ve heveslerine rağmen hep gadre uğramış, yoksulluk çekmiş bir kadının nihayet hafiflemek, yüklerinden kurtulmak isteğidir bu.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI