Oscar ödülü almanın gereklilikleri...
Bizce bu ‘sürpriz’ kararın bir nedeni de, genelde altyazı okumayı pek sevmeyen Amerikalı sinemaseverlerin bu sefer yabancı bir filmi sadece ‘takdir etmesi’ değil ama aynı zamanda ‘sevmesiydi’.
Geçen pazarı pazartesiyle bağlayan gecede sahiplerini bulan 92. Oscar sinema ödülleri, haftalar hatta aylar öncesinden Oscar’a kavuşacağı kesinleşenler kadar büyük sürpriz sayılabilecek isimleri de ödüllendirdi. Erkek ve kadın oyuncu dallarındaki ödüller kesin favori isimlere gitti ve yardımcı oyuncu dalı da onları takip etti. Tabii ki gecenin en çok merak edilen ödüllerinden ikisi olan ‘en iyi film’ ve ‘en iyi yönetmen’ beklentilerin aksine (1917 filmi ve yönetmeni Sam Mendes ağır favoriydi!) belki de birçok sinemaseverin ‘gönlünde yatan’ ‘Parazit’ filmine gitti ve film, geceden dört büyük ödülle ayrılarak büyük bir sürprize imza attı.
Bu ‘beklenmedik’ sonuç pek çok şekilde yorumlanabilir: Oscar’lara karar veren, genelde muhafazakar bir tutum taşıyan Akademi üyelerinin bir kısmının değişmesi ve yerlerine gelen ‘genç’ kadronun, ‘uluslararası kucaklayıcı’ bir şekilde, ilk defa yabancı dilde bir filme bu büyük ödülleri vermesi veya son yıllarda paylaştırılan en iyi film ve yönetmen ödüllerinin bu sefer ‘çoğunluğa göre’ hak eden bir yönetmen ve filmine sunulması…
Bizce bu ‘sürpriz’ kararın bir nedeni de, genelde altyazı okumayı pek sevmeyen Amerikalı sinemaseverlerin bu sefer yabancı bir filmi sadece ‘takdir etmesi’ değil ama aynı zamanda ‘sevmesiydi’. Bu nedenle büyük bir gişe başarısı kazanan ‘Parazit’e karşı, hem seyirciler hem de dolayısıyla Akademi üyeleri bir ‘iyi film ama…’ refleksi göstermediler. Bu tutumda kuşkusuz benzer bir projenin Hollywood sinemasının ‘ağzını sulandırması’ ve şimdiden filmin dize haline dönüştürülmesinin de payı vardır ancak bu sonucu sadece bu sebeplere bağlarsak filme ve başarısına biraz haksızlık etmiş oluruz.
Oscar’ın bu değişik tavrı sadece bu seneyle mi sınırlı kalacak ya da önümüzdeki törenlerde de benzer sürprizler mi yaşayacağız? Bunu tabii ki zaman gösterecek… Halen ödül gecesinin etkisi sürerken, daha önceki Oscar ödüllerinin alışkanlıklarına ve bu seneki ödüllerin hangi açılardan ayrıştığına şöyle bir bakmamızda bizce yarar var.
ACIMAK…
Birçok kişinin bildiği gibi Akademi ödüllerinin fiziksel veya zihinsel engelli karakterlere karşı bir zaafı vardır. Bu tabii ki karakterleri canlandıran oyunculara ve büyük yeteneklerine hiçbir şekilde gölge düşürmez ancak zaman içerisinde Dustin Hoffman (Rain Man/1988), Daniel Day-Lewis (My Lefy Foot/1989) gibi oyuncuların ödülleri veya daha yakın tarihteki Leonardo DiCaprio (What’s Eating Gilbert Grape?/1993), Robert De Niro (Awakenings/1990)’nun adaylıkları açık bir yolu işaret eder: Oscar ödüllerinde ‘engelli’ bir karakteri canlandırmak her zaman bir ‘artıdır’! Hatta bu listeye son yıllardaki Russel Crowe (A Beautiful Mind/2001) ve Eddie Redmayne’i (Theory Of Everything/2014) de rahatlıkla katabiliriz.
Çoğunlukla gerçek karakterlerden esinlenen bu karakterler Akademi üyelerinde sadece bir ‘acıma duygusu’ değil aynı zamanda o kişiye bir ‘saygı’ duygusu da uyandırır ve performans asla göz ardı edilmez. Bir de tabii bütün bu karakterler ‘engellerine’ rağmen kendilerini normal insanlardan ayrıştıran bir ‘yetenek’ veya en azından ‘gelişmiş bir duyarlılık’ taşır.
MAKYAJI TAŞIMAK!
Özellikle başkarakterlere yapılan makyaj kuşkusuz her filmde önemli bir yer tutar ancak bu karakter çok uzun süre ‘yaşlandırıldığında’ (veya gençleştirildiğinde) makyaj departmanın başarısının önemi bir kat daha artar. Özellikle son adaylardan ‘The Irishman’nin bu konudaki becerisi çok tartışıldı. Bu konuda en büyük başarılardan birini, birçok sinemaseverin aklında yer eden, Milos Forman’nın başyapıtı ‘Amadeus’ (1984) filmindeki ‘inanılmaz’ yaşlandırılmış Salieri yakalamıştır. Her çekim günü saatler boyu süren bir makyaj sürecinden geçen aktör F. Murray Abraham sanki yüz yaşına gelmiş gibi duran yüzüyle, karakterinin pişmanlıklarını, kıskançlıklarını, suçluluklarını kısaca ‘iç şeytanlarıyla’ boğuşmasını seyircilere iliklerine kadar hissettirmişti.
Ancak tabii ki başarılı bir makyaj unutulmaz bir performans için yetmez. Bu makyaj altındaki oyuncunun sadece bunu ‘göstermesi’ değil aynı zamanda bunu layığıyla ‘taşıması’ gerekir. Başka bir deyişle oyuncu ağır makyajının altındaki yüzünün bütün ‘çatlaklarından’ insani yönünü incelikle gösterip, karakterinde oyunculuğuyla ön plana çıkmalıdır. Aksi takdirde sonuç bizce başarısız bir örnek olan ‘The Reader’ (2008) filmindeki Kate Winslet (oyunculuk performansını genelde çok beğeniriz!) ve ‘yaşlanmış hali’ gibi olur.
‘Yaş değiştirme’ makyajında aklımızda kalan diğer örnekler, kısa bir süre için de olsa ‘Edward Scissorhands’de (1990) yaşlandırılan Winona Ryder ve ‘Mr Holland’s Opus’da (1995) bu defa filmin başında ‘gençleştirilen’ Richard Dreyfuss’tur…
DEĞİŞİKLİK TÜRLERİ KATMAK…
Her ne kadar Akademi aday gösterdiği filmlerde ve ödüllerde şaşmaz bazı kriterler arasa da bazen kendi çapında ufak esneklik gösterebilir. Örneğin 1991 yılında en iyi filmde aday gösterilen ‘Güzel ve Çirkin’ bir çizgi filmdir ve ilk defa böyle bir film aday olmuş, sonrasında çok tartışmalar yaratmıştı. Aynı şekilde 1992 yılında Oscar ödüllerinde neredeyse ‘tulum’ çıkarıp bütün ödülleri ‘silip süpüren’ film ‘Kuzuların Sessizliği’, aslında Akademi'nin genelde pek yüz vermediği korku türünün zirvelerinden biridir.
Akademinin daha önceki ‘gençleşme’ kıpırdanmalarının yeni örnekleri olarak Jordan Peele’in ilk filmi ‘Get Out’ (2017) ve yine ilk defa bir Süper Kahramanlı (hem de Afro-american) bir filmi (Black Panther /2018) aday göstermesini sayabiliriz.
AMERİKALILAR KAHRAMANDIR!
Akademinin en sevdiği film türlerinden biri de 'savaş filmleri'dir. Bu filmler hem senaryo olarak ‘yeterince’ ağır bir konuyu işlemektedir hem de filmde her zaman Amerikalıların yanı tutulur ve bir ‘Kahramanlık destanı’ havası eksik olmaz. ‘Saving Private Ryan’ (1998), ‘Hurt Locker’ (2008)veya ‘American Sniper’ (2014) gibi filmler teknik açıdan çok üst düzey yapımlar olsa da film boyunca tek taraflı ve zaman zaman neredeyse ‘militan’ bir bakış açısı sezeriz. Aynı yıllarda savaşı bu sefer çok daha değişik bir şekilde işleyen Terrence Malick’in ‘The Thin Red Line’ (1998) filmi birkaç dalda aday gösterilse de, Akademi bu filmi çok ‘gönlüne’ göre bulmamış, filmi eli boş göndermiştir.
Sonuç olarak ‘Parazit’ filminin bütün bunlardan ‘imtina ettiğini’, ‘gerek duymadığını’, kullanmadığını hesaba katarsak, Oscar ödüllerindeki büyük başarısı bizce küçük çapta bir devrimdir!