‘Siyasi ayak’: Restorasyon öncesi bir mahsuplaşma
Bugün Erdoğan’la Başbuğ ya da Kılıçdaroğlu arasında yaşanıyormuş gibi görünen mahsuplaşma, devletin yeni bir kriz anındaki dönüşüm ihtiyacı karşısında pozisyon almadır biraz da… Türkiye’nin “sivilleşme”, “demokratikleşme” gibi süslü sözlerle başladığı, ardından ordu merkezli değil de Saray merkezli bir vesayete dönüşen restorasyonu tıkanmıştır. Yenisinin aktörleri aranmaktadır.
“Türkiye'de toplumun ve siyasi sınıfın ezici bir çoğunluğu, AB üyeliğini istemektedir. Bir bütün olarak Türkiye bu konudaki iradesini ortaya koymuş, kararlılığını sergilemiştir. Türkiye'nin son elli yıllık tarihi Müslüman bir ülkede liberal demokrasinin kurumlarının işleyemeyeceği önyargısını yanlış çıkarmıştır. AB değerleri kamuoyunca derinden benimsenmektedir. Türk toplumu uzun vadeli çıkarlarının da AB üyeliğinde olduğuna inanmış, bu konuda önüne çıkarılan karşı görüş ve iddialara itibar etmemiştir. AB-Türkiye ilişkisinde Türkiye'nin yaklaşımı, seçimi, hedefi berraktır.”
Bu sözler, TÜSİAD’ın Görüş Dergisi’nin Ekim 2003 tarihli 56'ncı sayısından... TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan’ın yazısından… Bugünden bakınca bazı açılardan çok köhne görünen bu değerlendirmeler, ‘dönemin ruhu’nu temsil ediyordu. O ‘ruh’u hatırlamak, bugün ‘siyasi ayak’ parolasının arkasında yürüyen bir çatışmanın köklerini görmek, devlet yeniden bir sıkışma ve dönüşüm ihtiyacı ile karşı karşıyayken bu ihtiyacın tarihsel oluşumunu izlemek açısından faydalı olabilir.
Başka pek çok yerde olduğu gibi bu sütunda da bıktırasıya tekrar edildi: Türkiye’nin 90’lı yıllarının ikinci yarısı, 12 Eylül’le kurulan ‘yeni Türkiye’nin bir tıkanma noktasıdır. 1996’daki Susurluk kazasının, devlet-mafya-siyaset arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılmasına vesile olmasıyla başlayan ve esasen yönetici sınıflar açısından bir dönüşüm/açılma ihtiyacına tekabül eden bu dönem, yine 12 Eylül’den beri uygulanan sosyal-siyasal politikaların doğal bir sonucu olarak güçlenen İslamcı siyaset sınıfıyla devlet (özellikle de ordu) bürokrasisindeki bunlara tepkili laik bir klik arasındaki gerilimin seyriyle belirlendi. 1994 yerel seçimlerinde Refah’ın elde ettiği ‘şok’ zafer, ardından 95 genel seçimlerinde İslamcı partinin birinci olması ve nihayet Refahyol koalisyonu ile ‘hükümet’ haline gelmesi, gerilimi çatışmaya dönüştürdü. Bu çatışma, gerek ordunun siyaset üzerindeki hegemonik etkisi, gerekse yargı bürokrasisinde bu etkiyle paralel güç odaklanmasıyla, görünürde laik bürokrasinin lehine aşıldı. Oysa bu ‘aşma’nın zirve noktası olan 28 Şubat sürecindeki restorasyona destek veren sanayi ve ticaret burjuvazisi, orta vadede daha ‘uzlaşmacı’ ve ‘kapsayıcı’ bir perspektife sahipti. Kendilerinin toplumla sahici/samimi bir ilişkisi bulunduğundan değil; ama 28 Şubat’ın soy unsurlarının toplumu okumak konusunda –çoğunlukla kof bir özgüven olarak zuhur eden– zaaflarını verimsiz ve riskli bulduklarından; özellikle kriz yorgunu emekçi sınıfların rızasını (da) üretebilecek, daha geniş tabanlı bir ‘proje’ye ihtiyaç duyuyorlardı. Sermaye sınıfı açısından kökleri çok eskilere giden, 1968’de Devrimci Gençlik ve TİP’in “Onlar ortak biz pazar” sloganıyla karşı çıktıkları (Ortak Pazar, AET) Avrupa Birliği ile entegrasyon projesi/vaadi oldu bu. Zaten egemen siyasetin göğünde hep asılı duran, ülkede yaşanan sıkıntıları “yeterince Avrupalı olamamak” gibi bir basitliğe indirgeyen ve bu sayede dikkatleri sistemin özünden de uzaklaştıran bu temcit pilavını yeniden sofraya sürmenin koşullarını, 90’ların ekonomik-siyasal krizleri artırmıştı.
1999 depreminin ardından ortaya çıkan tablo ise “AB’ye tam üyelik” parolasıyla sandıktan çıkarılan bu perspektifi, normal koşullarda bir araya gelemeyecek pek çok kesimi birleştiren hegemonik bir söylem haline getirdi… “AB’ye tam üyelik” ve bunun gereklerini yerine getirme ajandasıyla öne sürülen stratejinin herkes açısından ‘faydalı’ görünen yanları vardı.
Burjuvazinin başlıca fraksiyonları için de AB hedefi, uluslararası pazarlara erişim konusunda sağlayacağı avantajlar başta olmak üzere, devletin yeniden organizasyonu için de cazip bir potansiyel taşıyordu zaten...
Liberaller bu sürecin, ‘askeri vesayet’ ve ‘müesses nizam’a karşı devletin kurumsal yapısını keskin bir reforma tabi tutacağı ve bazı özgürlükleri kendiliğinden getireceği yanılgısına sahipti.
Toplumun deviniminden ve gücünden ümidini çoktan kesmiş, uluslararası anlaşmalar ve teamüllere uyma şartıyla gelecek bir demokratikleşmeyi, ‘toplum’ zannettikleri İslamcı konsolidasyonu destekleyerek sağlayabileceklerine iman eden ‘sol’ liberaller ve bu etki alanındaki bazı entelektüeller de öyle…
İslamcılar ise, ‘laik ordu’nun ezici üstünlüğüne karşı bir çıkış yolu olarak gördüler bu projeyi. Bu yolla hem yukarıda anılan çevreleri ve etki alanlarını kendi destek çevreleri haline getirebildiler, hem de uluslararası tahkim konusunda büyük avantaj elde ettiler.
Tüm bunların yanında ‘halk’ ise, Susurluk’ta, 1999 depreminde, 90’ların tümünü karanlığa boğan ve 2001’de patlayan ekonomik-siyasal kriz ile üstüne çökmüş devlete karşı; bir reform, iyileşme, hiç değilse asgari şartları yerine getiren bir devlete yol açma düşüncesiyle “AB yanlısı” bir pozisyonu benimsemişti. Ülkedeki tüm sorunların, AB’ye tam üyelik ve bunun için gerekli olan mevzuat değişikliklerinin yerine getirilmesiyle kademeli olarak aşılacağı yönündeki bu çarpık bilinç, daha 1999’da, DSP-MHP-ANAP koalisyonu iktidardayken yürütmeye hâkimdi. Ancak bu koalisyon da kendi intiharı anlamına gelen bir erken seçime zorlanacak şekilde, devlet içinde başka bir klik ile ‘çatışma’ halindeydi.
Türkiye burjuvazisi ve bir kısım devlet bürokrasisi açısından AB, 90’lar tünelinden çıkış, neoliberal ekonomik programın yeni araçlarla sürdürülmesi, özelleştirmelerin –artık– yapılması, emek rejiminde esnek çalışmanın, taşeronlaştırmanın sağlanması ve kalan örgütlülüğün de tasfiyesi için bir çıpa olarak benimsenmişti. AKP, bu çıpayı kendi bünyesinde siyasal bir programa dönüştürme maharetini gösterdi. AKP, Türkiye egemen sınıflarının ‘AB’ parolalı restorasyon niyetine en iyi teklifi veren, bu kabın koşullarına en kolay uyum sağlayan ve tüm bu restorasyon süreci için bir ‘halk rızası’ üretme konusunda en parlak potansiyele sahip müteahhit olarak ihaleyi kazandı… 2001’de kurulan AKP’nin parti programı bu ihaleye bir teklif gibiydi. Erdoğan’ın ünlü “Milli Görüş gömleğini çıkardık” demecinin, Tuncay Özilhan’ın, “Türkiye'nin son elli yıllık tarihi Müslüman bir ülkede liberal demokrasinin kurumlarının işleyemeyeceği önyargısını yanlış çıkarmıştır. AB değerleri kamuoyunca derinden benimsenmektedir” sözlerinin yayınlanmasından birkaç ay önce verilmesi tesadüf olabilir mi?
DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde başlayan, ancak ‘99 depremi başta olmak üzere çeşitli krizlerle sürdürülemez hale gelen restorasyonu siyasal olarak üstlenecek adres böylelikle belli oldu. Türkiye’nin krizdeki neoliberal devletini yeni bir açılımla yüzdürme işi 2002 seçimlerinin aritmetik cilvesiyle kolaylaştı. AB uyum yasaları adı altında çok sayıda paket Meclis’ten geçiyordu. Erdoğan’ın ‘gömlek’ demecinden hemen sonra, Özilhan’ın “Müslüman&liberal demokrasi” yazısından hemen önce, 7 Ağustos 2003’te yürürlüğe giren 7. Uyum Paketi ile “MGK’nın görev tanımı daraltılmış, olağan toplanma aralığı 2 aya çıkarılmış, sivillerin MGK Genel Sekreteri seçilme yolu açılmış”tı örneğin. Biz bugün, elbette süreç açısından çok kritik olan 2009 tarihli bir yasa değişikliği etrafındaki tartışmaya odaklanmış durumdayız; ama “AB ile uyum”, “sivilleşme”, “demokratikleşme”, “askeri vesayetin geriletilmesi” gibi argümanlarla süren mevzuat değişiklikleri, kökü AKP öncesine kadar giden, yine de esasen AKP iktidarı istimiyle hızlanan bir sermaye-devlet restorasyonuydu. Bu yolda pek çok büyük adım 2002-2004 arasında atıldı. Üçü DSP-MHP-ANAP koalisyonunun son altı ayında olmak üzere toplam sekiz uyum paketi Şubat 2002 ile Temmuz 2004 arasında yasalaştı. Devlet ve mevzuatı, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüyordu.
AKP’nin yarattığı efekt, bunun, toplumsal tabanı olduğu varsayılan bir dönüşüm olarak görülmesini sağlayacak yanılgıyı üretmekti. Oysa AKP’nin, kendi siyasal hegemonyasının inşası için araçsallaştırdığı reform otomatlığı dışında demokratik bir perspektifi hiçbir zaman olmadı. Devlet elitlerinin, bürokrasinin geleneğiyle değil, ‘seçim’ yoluyla tayini diyebileceğimiz bir ‘demokrasi’ algısından ibaretti pozisyonları. Üstelik askeri vesayete karşı mücadele ediyormuş gibi görünseler de “Mücahit Erbakan” sloganından da görülebilecek şekilde, militarist töze sahip bir gelenekten geliyorlardı. İslamcı gelenek, ordu kendisine ait olmadığı (karşı olduğu) sürece sivilleşme adımlarının gönüllü bir operatörü gibi davranabilmeyi becerdi. AKP’nin militarist özü, laik ordu karşısındaki zaafı nedeniyle paradoksal şekilde avantaja dönüştü. Özellikle okur-yazar çevrelerde Erdoğan ve İslamcı kadrolarının bir sivilleşme mücadelesinin unsuru olabileceği yönündeki yanılgı biraz da buradan beslendi.
Ama 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizi ve takip eden seçim zaferinden sonra denge siyasi iktidar lehine aniden bozuldu. Bu restorasyona, İslamcı iktidara itiraz ve statükonun sürmesi yönünde direnç gösteren kesimleri tasfiye etmenin ‘meşru’ yolu açıldı. Yine başta sermaye olmak üzere çok yaygın bir konsensüs şemsiyesi altında, AKP’nin siyasi gücü ile Gülen Cemaati başta olmak üzere bürokrasi içindeki bazı odakların işbirliğiyle tasfiye süreci başladı. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının orta yerinde, son derece kritik bir işlev noktasında olan ve şimdi çok tartışılan Haziran 2009 tarihli yasa değişikliği bu tasfiye sürecinin bir mihenk taşıdır. İstihkâm edilmiş bir köprünün geçilmesidir. ‘Siyasi ayak’ tartışmalarının ortasına gülle gibi düşmesi bu açıdan gayet isabetli olabilir. Ama devletteki dönüşümün çok katmanlı yapısının anlaşılması açısından tek başına ele alınamaz.
Türkiye kapitalist devletinin bir dönüşüm ihtiyacı anında, pek çok haksızlık ve mağdur yaratarak işlemeye başlayan bu süreç, 2013’ten, özellikle de Gezi’den itibaren hükmünü kaybetti. Sonra sürekli bir olağanüstülük ile sağlanan kırılgan istikrar, 15 Temmuz darbe girişimiyle kendisine bir tutamak buldu. İttifaklar değişti. ‘AKP’, neredeyse 2003 öncesinin aktörleriyle hayata tutunmaya çalışan bir mezar bekçisine dönüştü. Oysa ‘tasfiyecilerin tasfiyesi’ tamamlandıktan sonra yeni bir hesaplaşmanın gelmesi kaçınılmazdı. Ve elbette bu ‘hesaplaşma’, tıpkı 2001 ve sonrasındaki gibi, toplumu sarsan ve halk sınıflarının sisteme rızasının kaybolmakta olduğu koşullarda ortaya çıkacaktı.
Bugün Erdoğan’la Başbuğ ya da Erdoğan’la Kılıçdaroğlu arasında yaşanıyormuş gibi görünen mahsuplaşma, sermaye devletinin yeni bir kriz anındaki dönüşüm ihtiyacı karşısında pozisyon almadır biraz da… Türkiye’nin “sivilleşme”, “demokratikleşme”, “AB ile uyum” gibi süslü sözlerle içinden geçtiği, ardından TSK merkezli değil de Saray merkezli bir vesayete dönüşen, tıpkı öncekiler gibi tepeden inme, toplumsallıktan mahrum restorasyonu geri dönülmez şekilde tıkanmıştır. Yeni bir restorasyon ihtiyacı kapıya dayanmışken, geçmişin sabıkaları üzerindeki kavga, geleceğin aktörlerini belirlemede önemli olacaktır. Başta büyük sermaye olmak üzere, bu dönüşüme çok ihtiyaç duyan bazı kesimlerin ‘suskunluğu’ da bundandır belki…
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI