Gayri ciddilik çok ciddi bir sorundur
AİHM’nin ihlal kararına rağmen Osman Kavala’yı 70 gündür tahliye etmeyen, Ali İsmail Korkmaz’ın katilini davaya mağdur sıfatıyla kabul eden, savunmanın bütün taleplerini geri çeviren mahkeme heyeti, duruşma salonundaki gerilimi iyice tırmandırdıktan sonra birdenbire beraat kararı verdi. Ne oldu da böyle oldu? İster tek adamlıktan ister sert kapışmadan kaynaklansın, ortaya çıkan sonuçlar ilk bakışta saçmalık seviyesindeki gayri ciddilikler ve tutarsızlıklar içeriyor.
Karanlığın en kesif olduğu zamanlarda, nefes almanın imkansızlaştığı atmosferde, her şeyin köşeli-kaba göründüğü anlarda, bu sert tabloya akıl almaz bir gevşeklik, pervasızlık, ciddiyetsizlik eşlik ediyor. Galiba bu cümlenin ikinci yarısındaki sıfatlar, durumun asıl ağırlığını, en sarsıcı sonuçlarını yaratıyor. En yıkıcı zulümler, en yıldırıcı işkenceler -tutarlı ve sürekli- güç/şiddet gösterilerinden ve yek vücut saldırılardan ibaret kalmıyor. Büyük bir çoğunluğuna alay, aşağılama eşlik ediyor. Saçmalık ölçüsüz bir kıyıcılığa, ciddiyetsizlik yıkıcılığa kapı açıyor. Kimi zaman hangisinin gerçekleşebileceğinin bilinemeyeceği seçenek bolluğu umutsuzluğu besliyor. Kimi zaman başka seçenek varmış -veya güçleniyormuş- gibi düşünülmesi, “kursakta bırakılanı” büyütüyor. Kimi zaman da hiçbir çıkışın kalmadığı inancı bütün enerjiyi emiyor.
Birilerinin yapabildiklerine dair hayret ifadesi olan “bu kadar da olmaz” sözü, başa gelenler için kullanıldığında anlamsız oluyor. Bu görünümler, bazen başa geleni korkunçlaştıran bir karmaşanın, bazen de sistemli bir kurgunun mahsulü. Bazen mafya filmlerinden aşina olunduğu gibi kuralsız, kaypak, çok bileşenli karmaşa çukurlarından üremiş, sınırları ve aktörleri asla kestirilemeyen kötülükleri izliyoruz. Bazen de bütün dünyanın televizyon dizilerinden bildiği “iyi polis-kötü polis” oyununda olduğu gibi kötü kurgulanmış, beceriksizce kotarılmış oyunları seyrediyoruz. İster çok aktörlü bir kapışmanın tezahürleri, ister tek belirleyicinin tezgahladığı müsamere olsun, başa gelebilecek olanların sınırsızlığı ve yıpratıcılığı değişmiyor. Bütün krizlerin sadece “birileri” için fırsat üretmesi ve imkana çevrilebilmesini sağlayan da bu durum galiba.
Gezi Davası’nın tamamında olduğu gibi sadece 18 Şubat günü (24 saat boyunca) yaşananlar, defalarca tanık olduğumuz saçmalıklar dizisinin çok iyi bir özeti. Osman Kavala’nın 2,5 yıldır hapiste tutulması ve daha önce de beraat etmiş Gezi’nin yargılanması süreci, hangi parçası ele alınsa açıklanması güç saçmalıklarla -boşluklarla- doluydu. Bu davanın da içinde olduğu, uzunca bir süredir devam eden bütüne bakıldığında ise tedirgin edici bir basitlik göze çarpıyor. İlk andan itibaren bu hadisenin normal olmayan tarafları, iç ve dış siyasi arka planı hakkında sürekli konuşuldu. İntikam davası diyen, rövanş arayışı olduğunu söyleyen, bir rehine hamlesi diye yorumlayanlar oldu. Davanın sanık grupları, davaya eklemlenen her unsur için çok sayıda faktörün belirleyiciliğinden söz açıldı. “Asıl hedef” konusunda aşırı aynılaştırmadan, saçma farklılaştırmalara yayılan değerlendirmeler yapıldı. Gelinen noktada, “şaka gibi” denilebilecek saçmalığın, gayri ciddiliğin ne kadar ciddi olduğu bir kez daha görüldü.
AİHM’nin ihlal kararına rağmen Osman Kavala’yı 70 gündür tahliye etmeyen, Ali İsmail Korkmaz’ın katilini davaya mağdur sıfatıyla kabul eden, savunmanın bütün taleplerini geri çeviren mahkeme heyeti, duruşma salonundaki gerilimi iyice tırmandırdıktan sonra birdenbire beraat kararı verdi. Verilen kısa arada yazılması mümkün olmayan kararı kağıttan okuyan mahkeme başkanı, “atılı suçların işlendiğine dair kesin kanıt bulunmaması” gerekçesiyle beraat verildiğini açıkladı. Yani aylardır “suçun niteliği ve iddia makamının gösterdiği kuvvetli deliller” nedeniyle verdiği tutukluğa devam kararlarının tam tersini söyledi. Kesinleşmediği bahanesine sığınarak, uygulamadığı AİHM kararını da kendi açıklamasında tekrar etti. Hakim aynıydı, dava aynıydı, yargılananlar aynıydı ama karar değişmişti. Gerek duruşma salonundakiler gerek davadan haber almaya çalışan insanlar için gerçekten büyük sürprizdi.
“Ne oldu da böyle oldu?” Davanın başından itibaren meselenin siyasi olduğundan şüphesi olmayanlar için bu sorunun cevabının aranacağı yer elbette belliydi: Suriye’deki gelişmeler yüzünden iktidarın yüzünü yeniden batıya dönmesinin işareti. İktidar ittifakındaki çatlamanın açık kapışmaya dönüştüğünün göstergesi. Merkel’in İdlib TOKİ’si için vadettiği eurolar. Ekonomik elitlerin normalleşme baskısı. Erdoğan’ın yakın çevresindeki gerilimden yükselen “ketenpere” korkusu. Her alanda sıkışan iktidarın yeni rota veya partner arayışı. Daha yakın menzilleri düşünenler de oldu: AİHM baskısından veya yerlerde sürünen yargı imajından kurtulmak ya da darbe ve FETÖ tartışmalarında avantajlı pozisyon yakalamak, hatta yeni bir gerilim başlığı üretmek, zaman kazanmak, gündem değiştirmek gibi. İkinci sürpriz şokla Osman Kavala’yı bırakmamak için daha beter zorlamalar gündeme geleceği anlaşılınca da cevap aranan adres yine değişmedi: “Ne yapılmak isteniyor?”
Yaşananlar, Erdoğan’ın isteğiyle mi yoksa ona rağmen mi gündeme geliyor? Erdoğan, kapışmanın tarafı mı, daha üzerindeki bir aktör mü? Bu sorular, ekonomiden kabine dengelerine, dış politikadan yargı kararlarına kadar pek çok noktada tekrarlanıyor. Olasılıkların her iki tarafı için kesinlikle öyle olduğunu söyleyenler de asla öyle olamayacağını iddia edenler de mevcut. Sorunları tek adamlık düzeni ile açıklayanlar da var, dengesiz ittifak düzeniyle açıklayanlar da. Ancak birbirinin tam zıttı gibi dursa da her durumda kurumsallaşmış, tutarlı bir tablo çizebilen çıkmıyor. İster tek adamlıktan ister sert kapışmadan kaynaklansın, ortaya çıkan sonuçlar ilk bakışta saçmalık seviyesindeki gayri ciddilikler ve tutarsızlıklar içeriyor. Gezi Davası’ndaki beraat kararı ile Kavala’nın daha saçma bir iddiayla yeniden gözaltına alınması aynı paranteze giriyor. Gerçek kapışma veya kurgulanmış senaryo olması sürecin ve sonuçların niteliğini, saçmalıklar arkasındaki basit bütünlüğü değiştirmiyor.
Erdoğan’ın grup toplantısındaki konuşmasında Gezi Davası ile ilgili kritik cümlesi: “Bir manevra ile beraat ettirmeye kalktılar”. “Kalktılar” sözüyle, tamamlanmamış ve tamamlanmasına izin verilmeyecek bir durumdan bahsediliyor. Sonradan verilen gözaltı kararına saygı isteyen Erdoğan, -önce de yaptığı gibi- aslında beraat kararını kabul etmediğini de söylüyor. “Verdik talimatı çıkarttık” veya “yargı bağımsız” diyerek geçmiyor konuyu, “davanın takipçisiyiz” diyor. Boşa düşmüş “batıya jest” veya yargı imajı düzeltme yorumlarını iyice eziyor. Ayrıca yine aynı kelimeden yola çıkarak, bunu yapan bir gizli öznenin varlığını ifade ediyor. İktidara yakın sosyal medya atağında kullanılan “gezi darbesi” başlığını destekleyerek, birilerinin “manevra” yaptığını söylüyor. Böyle birilerinin olduğunun bilinmesini (düşünülmesini) mi istiyor? Artık saklanamayan bir gerçeği mi kabulleniyor? Birileri kim? Manevraya verilen “misliyle cevap” Osman Kavala’yı gözaltına aldırmak mı?
Kılıçdaroğlu’nun evinden “bir dolar” çıkabileceği ihtimalini dile getirmek. Başdanışmanlar, sadık kalemler ve sosyal medya eliyle günlerce süren kampanya sonrasında, “bizi hedeften saptırmaya dönük” diye kestirilip atılan darbe tartışmaları. Genel olarak dış politikada ama özel olarak Suriye’de yürütülen akıl almaz dengesizlik. Değil hukuka, yasalara, kitabına uydurmak, düzgün bir cümle halinde yazılamayacak saçmalıkta yargı karar ve uygulamaları. Bu seriye çok sayıda örnek eklemek mümkün. Her şeyi mümkün kılan bu gayri ciddilik, belirsizlik zemininde, olup biteni açıklamak için bakılacak yer -aktör- hiç değişmiyor. Sahiden ciddi bir çatışmanın tarafı olup olmamasından, kendisi için yakın bir tehlikenin belirmiş olup olmasından bağımsız olarak, her zorlanma ve kriz, iktidarı merkeze alarak konuşuluyor: Ne yapacak? Ne için yapacak? En sarih mecburiyetler, en acayip sıkışmalar bile “onun ne yapacağı” parantezinden çıkartılamadığı için başka bir dinamiğin -aktörün- yarattığı veya yaratacağı etki denkleme asla giremiyor.