Neydi o ifade?
Peki, bir de biz soralım; sahi neydi o ifade? Her iki anlamıyla da. Hem Erdoğan’ın kullandığı ifade hem de soru sorulduğunda yüzüne vuran ifade. İkisi arasında çok ciddi bağlantı olduğunu düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan’a giderken havaalanında; dönerken de uçakta açıklamalarda bulundu. Uçaktaki “soru sorucular” itinayla seçilmiş, ağızlarından çıkacak sorular da itinayla hazırlanmış görünüyor. Fakat havaalanındaki durumda bir aksilik oldu. Dünyanın herhangi bir ülkesinde, haber yapmak isteyen herhangi bir gazetecinin ilk aklına gelecek soru, FOX TV muhabiri tarafından soruluverdi. Gidişte ve dönüşte olan bitenin Türkiye’de rejimin niteliği hakkında birçok veriyi ortaya seriverdiğini düşünüyorum.
Erdoğan’a, onun kullandığı “birkaç tane şehit” ifadesi sorulunca, “neydi o ifade?” diye yanıt verdi önce. Bir Cem Yılmaz esprisi gibi, eşini aldatan erkeğin, eşinin durumu bir kanıt ile ispatlayınca sorduğu “hangi otel, kim görmüş” soruları gibi. Sonrasında FOX’a önce gazete olmasını, bir medya mensubu olmasını hiddetle öğütledi, muhalefetin onu yargılayamayacağını söyledi. Ardından muhalefetin haddi olmayan şeyleri sıraladı. Bir yanıyla alışık olduğumuz şeyler… Peki, bir de biz soralım; sahi neydi o ifade? Her iki anlamıyla da. Hem Erdoğan’ın kullandığı ifade hem de soru sorulduğunda yüzüne vuran ifade. İkisi arasında çok ciddi bağlantı olduğunu düşünüyorum. Dün Kemal Can’ın Gazete Duvar yazısında çok iyi belirlediği gibi “birkaç tane şehit” ifadesinin altında yatan gerçekle, gerçek bir soru neticesinde yüzleşmesi, inkar edilemez bir hali ortaya koyuyor.
HAVAALANI
Erdoğan’ın karşı karşıya geldiği gerçek, gerçeklikle bağlarını koparma araçlarını son haddine kadar kullanmış bir iktidar aygıtı için bile görmezden gelinemez. Libya’da Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ölüyor. Neden? Çünkü bunu meşrulaştırmakla görevlendirilmiş bir “dış politika yazıcısının” ya da “gazete yazıcısının” tatmin edici bir yanıt veremediği soru bu. Libya’da Türkiye’nin kullandığı vekil ve taşıma cihatçıların olduğunu da doğrudan deklare eden ülkemizde yaşayan halkımız buna da bir yanıt bulmuş değil. Fakat bunun bir suç oluşturacağını, Türkiye’nin başka bir coğrafyada, kendi yurttaşı olmayan cihatçılarca yapılanların sorumluluğunu taşıyacağı herkesin aklına geliyor. İçinden çıkılamaz hale gelmiş, savaş söylemlerinin zemin bulduğu, felaket öncesi bir dönemde yaşananlar; hiç kimseye sorulmadan, parlamenter süreçler işletilmeden, manipüle edilmiş bile olsa kamuoyunda etkili tartışmaların mecrası olan medyada bir kamusal tartışmaya bile dönüşmeden içine girdiğimiz felaket halinin “bir basit gazeteci sorusu” ile gündeme gelmesi, gerçeğin ağır basmasıydı Erdoğan’ın ifadesi, her iki anlamıyla da. Yüzüne vuran anlamıyla da sözlü ifadesiyle de.
Burada daha önemli olan bu gerçekliğin yeniden inşa edilme araçlarının da ortadan kalkmış olması. Muhabire çekilen azar bizler için alışıldık. Muhalefetin haddi olmadığını da daha önce duyduk. Fakat bu alışık olduğumuz otoriter tutum, plebisiter bir meşruiyet sağlamış eski Erdoğan’ın tutumuydu. Plebisiter diktatörlük içinde bir anlamı da vardı, muhalefetle seçimde yarışırdı, kazanırdı, yaptıkları onaylanırdı. Krizler yaratılır, kriz içinde tekçi tavrın zemini hazırlanır ve kriz seçimler ile çözülürdü. Bugün ise iktidarın bütün rıza mekanizmaları krize girmiş durumda. Seçimlerde kaybetti, İstanbul’da yeniden denedi ve yeniden kaybetti, HDP’nin kazandığı belediyelere kayyım atadı. 7 Haziran 2015’te kaybettiği plebisiter meşruiyet, geri gelmez biçimde ve bütün imkanlarının da ortadan kalktığı biçimde artık yok.
YALAN MAKİNESİ İŞLİYOR MU?
Kayyım atamasını seçilmişlere olan saygıyla açıklıyor Avrupa’da. Toplantı gösteri yürüyüşlerinin ne kadar da özgürce yapılabildiğinin istatistiklerini sunuyor. Yalan makinesinin çarklarının bile pes ettiği bir düzende yargının verdiği kararlardan üniversitelerde öğretilenlere; enflasyon verilerden Sağlık Bakanlığı'nın açıklamalarına kadar; özcesi Abdülhamit’in çok da iyi bir lider olduğuna inanan bir avuç saltanat sevicinin dışında hiç kimseyi ikna edemeyen bir rejimle karşı karşıyayız. Yoksullaşan, çaresizleşen, işsizleşen, haklarından yoksun bırakılmış, dışlanmış, vurulmuş, öldürülmüş insanların ülkesinde… Gerçeklik saf ve en devrimci formuyla Erdoğan’ın ve muhalefetin karşısına dikilmiş durumda.
UÇAK
Erdoğan Azerbaycan gezisinin dönüşünde uçakta bu gerçeklikle ne yapacağını hazırlanmış sorulara hazırlanmış yanıtlar vererek açıkladı. Dış politikada bir yandan “we are NATO” kampanyasını bir yandan da Putin ile yakın ilişkilerini sürdürecekti. Duruma göre, İdlib meselesine bakılacaktı… İç politikada HDP’ye davalar açılacağını, yargının burada yine devreye gireceğini öngörüyordu. Gazetelerde yazılanlara müdahale edilmeliydi. CHP liderinin başına görünecek vardı… Yani gerçeklik zor aygıtlarıyla, kin davalarıyla bastırılabilirdi.
Erdoğan’ın krizinin içinde çok fazla seçeneği de kaldığı söylenemez. Zor araçlarını güçlendirecek. Demokratik düzenin neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı, hiçbir ara mekanizmanın bırakılmadığı bir ülkede gerçekliğin yeniden tanzimi, hegemonik biçimde inşa edilmesi ise zor araçlarıyla mümkün değil.
Peki ya muhalefet. Muhalefet, ülkenin devrimci gerçekliğiyle ne yapacak? İşte asıl soru bu.