YAZARLAR

Erdoğan kimi temsil ediyor?

Parti ve devlet lider ile bu kadar bütünleşmişken parti dışındaki halkın temsili sorunu nerede duruyor? Türkiye’nin geleceği açısından en temel problem bu. Siyasal sorumsuzluğun beslendiği problem. Bu yüzden artık birçok gazetede “Türkiye” değil; Erdoğan ya da “rejim” sözcükleriyle anlatılıyor ülkemize ilişkin siyaset. Bizzat Erdoğan’ın birkaç ay önceki şu ifadelerdeki gibi: “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım dörtlü zirve yaptık.”

2007’de hukuki argümantasyonu çok sorunlu bir tezle savunulan, "367" olarak bilinen karar ile ulusalcıların Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin yolunu açması, cumhurbaşkanına demokratik meşruiyet olanağı sağlanmıştı. 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan gibi bir kişiliğin bunu diktatörlük yolunda bir onay mekanizması olarak kullandığını deneyimledik. Fakat diktatörlük yolunu döşeyecek bir adım daha vardı. Partili cumhurbaşkanlığı önerisiyle gündeme gelen, cumhurbaşkanlığının partisiyle ilişkisi kesilir hükmünün anayasadan çıkarılması Erdoğan’ın önemli meselelerinden biriydi. 2017’de Türkiye’nin rejimini değiştirmenin zeminini kuran Anayasa değişikliği plebisitinin öncesinde Cumhurbaşkanı olarak seçim mitinglerinde yer alması siyasetinin nasıl bir hattan yürütüleceğini zaten gösteriyordu. Hatta Cumhurbaşkanlığı seçildikten sonra yapılan AKP’nin Birinci Olağanüstü Kongresi’nde seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak AKP Genel Başkanı sıfatıyla açılış konuşması yapmıştı. 2017 plebisitiyle getirilen rejim değişikliğinin en çok önemsenen maddelerinden biri de partili cumhurbaşkanıydı.

Değişikliklerin 3 aşamada devreye gireceği planlanmış fakat partili cumhurbaşkanlığının değişiklikler yayınlandıktan hemen sonra yürürlüğe gireceği hükme bağlanmıştı. Siyasal rejim bağlamında anayasal tarihimizin başlangıcın gerisine gidiş olarak tanımlanabilecek kapsamlı bir değişikliğin neredeyse tamamı Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasına bırakılırken partili Cumhurbaşkanlığı düzenlemesi devreye girmişti. Tabii yanında hemen yürürlüğe girecek bir hüküm daha vardı. O da seçimlerin tarafsızlığını sağlamak amacıyla adalet, içişleri ve ulaştırma bakanlıklarının seçim süreçlerinde tarafsızlaştırılması hükmünün kaldırılmasıydı.

AKP’NİN PARTİ OLARAK İŞLEVİ NEDİR?

Basitçe partiye hakim olmak ve seçimleri denetim altına almak gibi amaçları olduğunu düşünmüyorum bu iki “acil” değişikliğin. Aksine çok daha kapsamlı bir programın ürünü, rejim değişikliğinin özü olduğu tezini savunuyorum. Mesele bir liderin parti üzerine egemenlik kurma hedefinin ötesinde siyasal parti işlevine müdahaleydi. Rejim değişikliğinin devlete müdahalesine paralel bir müdahale partiye ilişkin de gerçekleşti. AKP’nin kurucu kadrolarından önemli bir kısmının partiyle ilişkisinin kesilmesi de buna paralel olarak sadece parti üzerindeki hakimiyete ilişkin değildi.

Erdoğan AKP’yi başka bir işlevle donattı, parti ile devlet bütünleşecekti; dolayısıyla da parti asıl olarak devlete eleman sağlayacak, bürokrasiyi besleyecek, yargı üzerinde tam denetim kuracak, medyayı kontrol altına alınacak bir işleve büründürüldü. Artık siyasi figürlerin gücü ve niteliği değildi söz konusu olan. Futbolcu Saffet, motorsikletçi Kenan milletvekili olabilir; Süleyman Soylu bakanlık yapabilirdi. Hatta ön saflara çıkmalarında da sorun yoktu. Siyasal parti olarak AKP artık bir yanıyla iş bulma kurumuydu; özel güvenlik hizmetlerinde asgari ücretle çalışmak için yaptığınız başvuru da milyon dolarlık ihaleler de önce partinin denetiminden geçecekti. Parti artık seçimlerde fikirlerini yarıştırmayacaktı, sadece Yüksek Seçim Kurulu’na ilişkin görevleri artık daha öndeydi.

Yargı ayrıca önemli bir alandı, zira AKP il ve ilçe başkanlıklarında görev almış sayısını kestiremediğimiz kadar avukat bir hokus pokus ile hakim yapıldı. Parti aynı zamanda devlet, aynı zamanda şirket, bekçi, polis ve jandarmaydı artık. Dolayısıyla partili cumhurbaşkanlığı böyle bir partinin başkanlığı olarak özel bir önem taşıyordu. Parti-devlet ve lider bütünleşmesi. Aradaki demokratik meşruiyet ve temsil sorununu ise seçimler çözecekti. Programın tökezleyeceği yer burasıydı ve hiç zaman geçmeden tökezledi de. 7 Haziran 2015 seçimlerinde kaybedilen hegemonyaya karşı girişilen bu diktatörlüğü kurumsallaştırma hamlesinin seçim ayağı Mart 2019 yerel seçimlerinde tamamen çöktü. Artık sadece ve sadece zor var, baskı var bu ayağın yerinde.

KİMİN YARARI, KİMİN TEMSİLİ?

Hükümet olarak Erdoğan’ın siyasal sorumluluktan bu kadar uzak hareket edebilmesinin zemini işte burada. Resmi sayılara göre 34 askerin öldürüldüğü bir hareketin sorumluluğunu hâlâ alan biri olmadığı gibi, siyasal sorumlular kamunun karşısına ilk çıktıklarında neredeyse kahkahalarla güleceklerdi. Hiçbir açıklama yapmadılar, hiçbir hesap vermediler. TBMM’nin toplanmasına bile gerek görmediler. Medyada aynı gece belirlenmiş haberler gündemleştirildi. TBMM kapalı toplandı, zaten siyasal rejim içinde tamamen itibarsızlaştırılmış olan parlamento zavallı bir kavganın içine sürüklendi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na yönelik "onursuz, şerefsiz, haysiyetsiz" sözlerini CHP’li Engin Özkoç Erdoğan’a çevirdi. Sonuç elbette sporcu erkeklerin çoğunlukta olduğu Meclis’te yumruklu kavga. Kazananı baştan belli, işte adam kazandı.

Kılıçdaroğlu yargıda da “adamla” eşit değildi, biri devletti; onun ettiği küfür değil, aynısının ona yönelmesi cezalandırılacaktı. Sonuçta Erdoğan siyasal sorumluktan böylesine basit bir hamleyle kurtuldu. Yüz yıllık cumhuriyet parlamentosunun onurunu, şerefini, haysiyetini halkı temsil etme sorumluluğundan aldığını umursamadan, ulusal çıkarın ne olduğunu tartışmadan, ama'sız fakat'sız barışın yanında durmadan; demokratik zeminleri kurmadan yapılan muhalefet, devlet ve parti örgütlerini saflaştırarak liderle bütünleşmiş bir kişinin açtığı havuza yeniden atladı, ki suyun üzerinde uzun kalabilmeye yeni başlamışken… Kapalı toplanan parlamentoya ne diyelim, geçmiş olsun…

Parti ve devlet lider ile bu kadar bütünleşmişken parti dışındaki halkın temsili sorunu nerede duruyor? Türkiye’nin geleceği açısından en temel problem bu. Siyasal sorumsuzluğun beslendiği problem. Bu yüzden artık birçok gazetede “Türkiye” değil; Erdoğan ya da “rejim” sözcükleriyle anlatılıyor ülkemize ilişkin siyaset. Bizzat Erdoğan’ın birkaç ay önceki şu ifadelerdeki gibi: “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım dörtlü zirve yaptık.” İngiltere’nin yararını temsilen, Fransa’nın yararını temsilen, Almanya’nın yararını temsilen birileri var. “Şahsım” ise kendi yararını temsil ediyor ve devletin zor kapasitesi ile partinin bütün işlevleri elinde olarak.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.