Otobüsün kadın yolcuları
Otobüsün merdivenlerini titrek adımlarla inen bir kadının, o yaş grubunu kamufle etmek için tasarlanan gri ve krem rengine bürünmemesi dehşet verici ve komikti onlara göre. Bu kez de benden bir önceki kuşaktan kadınların dilinden düşmeyen, “zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü” sözünü hatırladım.
Geçtiğimiz akşamlardan birinde Oran Sitesi-Güneşevler arasında işleyen otobüse bindim. Sakinleri birbirinden sınıfsal ve kültürel olarak çok farklı olan bu uzun ve mesai saatleri dışında tenha güzergahın, Oran Sitesi’nden binen yolcuları genelde orta yaşlı kadınlar ve yaşlı erkeklerdi. Çünkü Oran Sitesi’nde hane başına düşen ortalama otomobil sayısı ikiydi ve toplu taşımı çoğunlukla uzak mahallelerden o semte çalışmak için gelenler kullanıyorlardı. Kadınların bir kısmının temizlikçi olarak çalıştıkları firmalardan veya evlerden çıkmış oldukları yorgun yüzleri, derisi çatlamış elleri ve aniden bastıran bir uykuya teslim olan yıpranmış bedenlerinden belliydi. Erkekler ücretsiz emekli kartıyla gezmeye çıkmış iyi giyimli, kalın çatık kaşlı ve külyutmaz bakışlı tiplerdi. Bahsi geçen semtte hizmet sektöründe çalışan genç ve orta yaşlı erkeklerin ağır mesailerinin bitmesine daha epey vardı. O saatte otobüste bulunan erkeklerin çoğunun apartman yöneticisi emekli albaylar veya bürokratlar olduklarını düşündürecek kadar çok apartman toplantısı tecrübesi yaşadım.
İkinci duraktan binen orta yaşlı, kılık kıyafeti ve ağzında duasıyla dinibütün olduğunu düşündüren kadın nefes nefese yanıma oturdu. Oturur oturmaz da akıllı telefonuna kulaklığını takıp kaçırdığı Müge Anlı ile Tatlı-Sert programını izlemeye başladı. Yan gözle takip ettiğim kadarıyla program akışında olan-biten, tartışılan her neyse, ona göre öfkeli, alaycı ve şaşkın bir ifade takınıyordu. Kendisini izleyerek bütün bir yolculuğu hiç sıkılmadan tamamlamak mümkünken, önümüzdeki ikili koltuğa art arda oturan aynı yaş grubundan iki kadın şıpınişi ahbap olarak bütün otobüsün duyacağı pervasızlıkla sohbete koyuldular.
İkisi de doktor kontrolünden geçmek için “şehre inmişlerdi.” Konuşmanın seyri içinde, hastalıklarının tedavisinin aciliyet arz etmediği anlaşıldı. Kadınların şehir merkezine gitmeleri için en meşru sebeplerden biriydi doktor/hastane ziyaretleri. Anneannemin, annemin ve komşuların hastane ziyaretlerinin biraz da sosyalleşme ve “dışarı çıkabilme” amaçlı olduğunu tekrar hatırladım. Meslek hayatına küçük bir Orta Anadolu kasabasında sağlık memuru olarak başlayan babamın, o kasabadaki kadınların sadece çocuklarına çeyiz düzmek için akrabalar eşliğinde ve gömülmek için yine akrabaların omuzlarında şehir merkezinden geçtiklerini anlattığı da aklıma düştü. Nitekim, her ikisi de hastalıklarının belirtilerini, tedavi biçimini konuşurken, doktor kapısında tanıştıkları insanların hikayelerini anlatırken canlanmış, hayata karışmış, dünyanın dönüşüne ayak uydurmuşlardı. Sağlık sisteminin dönüşümüne verip veriştirirlerken de pekala politize olmuşlardı.
Hastalıklar ve tedavileri faslının kapanmasına sebebiyet veren, 65 yaş kartıyla otobüse binen rengarenk elbiseli, bembeyaz saçında mora çalan bir tutam olan, sürmeli gözlü bir akranlarıydı. Bana göre, içinde gıpta da barındıran kınayan ve alaycı nazarlarla uzun uzun süzdükleri akranları iner inmez herkesin yaşına yakışanı giymesinin önemi ve gereği üzerine birbirlerinin ağzından lafı alırcasına konuşmaya başladılar. Otobüsün merdivenlerini titrek adımlarla inen bir kadının, o yaş grubunu kamufle etmek için tasarlanan gri ve krem rengine bürünmemesi dehşet verici ve komikti onlara göre. Bu kez de benden bir önceki kuşaktan kadınların dilinden düşmeyen, “zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü” sözünü hatırladım. Kendini beğendirme derdindeki kibarlık budalası, esrik kadınların yaşlarına-başlarına, hava koşullarına, ortama aldırış etmeden süslenip püslenmeleri, dekolteye tevessül etmelerine gönderme yapıyordu bu söz. Çocukluğum ve gençliğim boyunca şahit olduğum farklı kadınlık performansları arasındaki sürtüşmeyi, çoğunluğu oluşturan “mazbut” kadınların hizayı azıcık bozanlara yönelik saldırgan tavrını “Hafif Kadınlar” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Bir süre sonra küçük, bol tüylü köpeklerini dolaştırmaya çıkmış yaşlı bir çift girdi derken kırmızı ışıkta duralayan otobüsün penceresinden görüş alanlarına. Cam kenarında oturan, diğerini dürterek, “Şunlara bak, torun gezdireceklerine it besliyorlar” deyiverdi. Evcil hayvanlarla kurulan yakın ilişkinin Müslümanlıkta ve geleneksel kültürde çok da makbul görülmediğini biliyoruz. Kedinin “peygamberimiz efendimiz” tarafından korunup kollandığını, muteber görüldüğünü söylerlerdi büyükler. Bazı kedilerin başlarının üzerindeki koyu renkli tüylerin peygamberin okşayışından kalan iz olduğuna inanırlardı. Köpek aynı itibarı görmezdi hiç. Onu ancak kapıya bağlayıp bekçi olarak veya sürüyü korusun diye beslerdiniz. Evin mahremiyetine giremez, İslam’ın şartlarına göre yapılmış temizliği, kurulmuş düzeni ihlal etmesine izin verilmezdi. Ağzı doldurarak sarf edilen “it” tabiri de belki bu yüzden merhametten yoksun, değersizleştirici bir tını taşıyordu. İslam dininin bazı mezheplerinde köpeğin namazı bozduğuna inanılır. Nef’i’nin Tahir Paşa’ya yazdığı çok bilinen hicvinde geçen “Maliki mezhebim benim zira itikatımca kelp tahirdir” dizeleri, köpeği mekruh bulmadığını beyan ederken, hasmını köpekleştirerek aşağılama ikilemine iyi bir örnektir. Bir evcil hayvan için emek ve para harcamak, ona duygusal olarak bağlanmak modern zamanların bir alışkanlığıydı ve geleneksel kültürle yetişmiş eski kuşağa akıl almaz geliyordu.
Nihayet son yıllarda, güncel siyasete dair her sohbetin gelip dayandığı Suriyeli mülteciler bahsi tahmin edebileceğiniz gibi iki kadın yolcu arasında da açıldı. Buna sebebiyet veren üç küçük çocuğuyla otobüse binip çocuklarını boş koltuklara oturtan Suriyeli kadındı. Kadınlardan biri, Suriyeli ailenin Türkçe bilip bilmediğine aldırış etmeden, onların da duyabileceği biçimde, yakın zamanda başından geçen bir olayı anlattı. Kolu alçıda olan arkadaşıyla bindikleri hıncahınç dolu bir otobüste, genç bir Suriyeli çiftten yer istemişler ama onlar bu isteği anlamazdan gelmişlerdi. Muhatabı, “Kimse yer vermedi mi size o halinizle?” diye sorunca, olayın kahramanı “Araplara ağızlarının payını verdiğini” belirtti gururla: “Dedim ki, ‘diğerlerini bilmem ama bu memleket sizi kabul etmiş, bakıyor besliyor, siz burada yabancısınız, misafirsiniz, herkesten önce sizin kalkıp yer vermeniz gerekli’.”
Bu uzun yolculukta kulak misafiri olduğum koyu ve kötücül sohbetten sersemlemiş halde otobüsten indiğimde, kadınları birbiriyle rekabete ve tektipleştirici değer yargılarının cenderesine sokan, kimi zaman geleneksel ahlakın, kimi zaman İslam’ın şartlarının, kimi zaman da her ikisinin birden dışına çıkanları aforoz eden yaklaşımlarının nereden beslendiğini, kimler tarafından telkin edildiğini, şart koşulduğunu düşündüm. Yine karşıma tüm muhafazakar ideolojilerle illiyet bağı olan eril zihniyet çıktı. Kadın kadının kurdu olabiliyorsa; bu ideolojilerin makbul kadınları olmak için uğraşırlarken birbirlerini kırıp dökebiliyorlarsa bu yine eril tahakkümün eseriydi.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI