YAZARLAR

İdlib’den çıkamamak

“Çekilirsek memleketi kaybederiz” açıklaması, çıkılamayacak bir yere girildiğinin, “İdlib’de ne işimiz var” sorusuna verilemeyen cevabın itirafıydı aslında. Kendi çıkış formülünü üretemeyen Türkiye, birilerinin bulacağı –bulmak zorunda kalacağı- bir çözümün önüne getirileceğini umdu. Bugün ortaya çıkan tabloya bakılınca, ne Rusya’yla inatlaşma ne de ABD’nin “açık vekalet” seçenekleri, “güvenli-onurlu” çıkış kapısı açmadı.

Günlerdir beklenen Moskova görüşmesi yapıldı ve bir ortak açıklama ile yeni bir mutabakat metni ortaya çıktı. Açıklanan metnin -çok da uzun olmamasına rağmen- teknik, askeri ve diplomatik ayrıntılarının okunması, alt anlamları, yaratacağı ihtimaller üzerine tartışmalar uzun bir süre daha devam edecek. Herkesin ihtiyatla yaklaştığı uygulama süreci de bu tartışmalara yeni boyutlar katacak. Pek de uzun olmayan birkaç maddelik bir mutabakat, neden bu kadar karmaşık değerlendirmelere konu oluyor? Biraz “utandırıcı” sınırlara kadar genişleyen zorlamalarla, büyük başarıdan derin hezimete kadar yayılan geniş bir yelpazede değerlendirmeler yapılmasının sebebi ne? Birincisi, içinde bulunulan durum ve bu durumun arkasındaki bagaj, herhangi bir metinle anlaşılır hale getirilmeye, herhangi bir mutabakatla çözülmeye hiç müsait değil. İkincisi, tarafların –ama özellikle Türkiye’nin- ortaya çıkan sonucun çok net anlaşılmasından memnun olmayacağı taraflar oldukça fazla. Galiba görüşmelerin hayli uzun sürmesinde -başka mevzulara da girilmesi yanında- kullanışlı ifadeler ve uygun kaçışlar bulma gayretinin payı var. Maksatlı muğlaklık yaratma zahmeti epey sıkıntı vermiş anlaşılan.

Net olanlara ve üretilmiş muğlaklıklara bakınca, Ümit Kıvanç’ın da yazısında haritalandırdığı tablo şöyle: Suriye Ordusu, Türkiye’nin “geri çekilecek” dediği noktalara çekilmiyor (Hatta güneyde biraz daha ilerliyor). M-5 ile M-4 karayolları yeni fiili sınır haline geliyor. Bu durumu gurur kırıcı olmaktan çıkarmak için M-5’ten hiç bahsedilmeyip, M-4 için de ortak devriye ve tampon alan diye bir grilik tarif ediliyor. Metinde ateşkes ifadesi yer almadığı gibi, BM’nin terörist dediklerinin açıkça kapsam dışında olduğu belirtiliyor. Yani aslında ateşkes kavramı yerine, Rusya’nın Türkiye ve Suriye’ye -birbirlerine dönük olarak- “ateşi kesin” talebinin metne girdiği söylenebilir. Bunu dengelemek için Erdoğan tarafından “saldırılara karşılık verme” hakkının altı çiziliyor. Erdoğan’ın tezleri açısından bakılınca, ne Rusya aradan çekiliyor (hatta daha çok giriyor) ne de Suriye’yi dizginliyor. Daha fenası Türkiye’ye Soçi’de verilen “İdlib aşırılarını” ayıklama işi tekrarlanmakla yetinilmeyip daha da dikenli hale getiriliyor. Bunların en belalılarının bulunduğu Cisr el-Şuğur’un M-4 kuzeyindeki tampon bölge içinde kalması meseleyi iyice karmaşık hale getiriyor.

Türkiye’deki siyasi iktidar, Suriye’ye kolayca çıkamayacağı biçimde girdiği, göbeğini kendi keserek gerçekleştiremeyeceği bir hedef koyduğu için alanda ve masada aynı şeyle karşılaşmış oldu: “Sınırlar”. “Çekilirsek memleketi kaybederiz” açıklaması, çıkılamayacak bir yere girildiğinin, “İdlib’de ne işimiz var” sorusuna verilemeyen cevabın itirafıydı aslında. Kendi çıkış formülünü üretemeyen Türkiye, birilerinin bulacağı –bulmak zorunda kalacağı- bir çözümün önüne getirileceğini umdu. İçeride ve dışarıda zorlamayla sonuç almaya fazla alıştırılmış ve yapabilirlik kapasitesini çok abartmış olmasının etkisi bariz. Bugün ortaya çıkan tabloya bakılınca, ne Rusya’yla inatlaşma ne de ABD’nin “açık vekalet” seçenekleri, “güvenli-onurlu” çıkış kapısı açmadı. Moskova’da imzalanan mutabakat, çıkış kapısından çok meselenin bodrum katlarına doğru açılan bir depo kapağı gibi. Moskova görüşmesi öncesinde Şam’a yürümekten bahseden iktidar medyası, şimdi İdlib’i işgalden kurtarmış olmayı başarı diye sunmayı deniyor. Oysa anlaşılan o ki, Rusya ve Suriye, almak ve ellerinde tutmak için büyük güce ihtiyaç duyacakları İdlib’i, bir süre daha Türkiye’ye taşıtma niyetinde.

Moskova’dan çıkan sonucun, iktidar açısından başarı olarak sunulması zor ama Türkiye için ve belki de bölge için hayırlı olabilecek yönleri de yok değil. Her şeyden önce, ne kadar süreceği ve nasıl korunacağı belirsiz, adı bile konulmamış olan bir ateşkes, kayıpların önüne geçilmesi açısından önemli ve çok değerli. Şehitler tepesinin boş kalması ihtimalinin artması az şey değil. İstanbul’da yasaklanmış olsa da “savaşa hayır” demenin öncelikli gerekçesi, insanların ölmesinin önüne geçilmesi değil mi? Son haftalarda olmadık seviyelere kadar tırmandırılmış, içeriden-dışarıdan yoğun veya örtülü teşvik alan savaş histerisinin de bir süreliğine hız keseceğini bekleyebiliriz. Bunun ilk işaretlerini iktidara yakın medyada hızlı biçimde gördük. Kısa bir süre önce omuz üzerinde baş bırakılmayacağını iddia edenler, şimdi anlaşma olmasa Suriye’nin taş üstünde taş bırakmayacağını anlatıyor. Yansın, yıkılsın çağrıları yerine, insanlar ölmesin denmesi, gerekçesi ne olursa olsun iyidir. Fakat bu hava değişiminin barış güvercinlerinin salınacağı bir bahar iklimi anlamına gelmeyeceği de ortada. Başlayan gözaltılar, soruşturmalar, yasaklamalar ve siyaset dilinin seviyesi, kaybedilen ivmenin dengelenmesi için nasıl bir hazırlık yapıldığını gösteriyor.

İdlib gerilimi tırmanırken, meselenin iç politikadaki uzantıları ve yansımalarının alanda veya masada ne olacağından biraz bağımsız işleyeceğini, hatta işlemeye başladığını birkaç defa yazmıştım. İdlib gerilimi dolayısıyla gündeme gelen, getirilen ve iktidarın agresif cevaplarıyla daha da büyüyen soruların hepsi, Moskova sonrası iç siyasette daha güçlü etkiler yaratmaya devam edecek. Son olarak Metropoll Araştırma'nın rakamlarında da görüldüğü üzere, iktidarın İdlib politikasına destek, çıkartılan gürültünün çok çok gerisinde. Daha önceki benzer bazı olaylarda geçici olarak artan Erdoğan görev onayının da bu kez yükselmeyip düştüğü görülüyor. Yani iç politikada başarı hikayesi olarak sunulması hayli zor. Moskova buluşması öncesinde de durum parlak değildi. Erdoğan’ın ifadesiyle “tatlıya bağlanarak” geride bırakılan maliyetin pozitife çevrilmesi de pek mümkün değil. Pek öyle bir havada gidilememiş olsa da, Moskova’da masaya tekme atılsa bile bu sonuç çok değişmeyecekti belki de. Olsa olsa estirilen rüzgar bir süre daha önüne kattıklarını sürüklemeye devam edecekti. Dış politika gerilimlerinin ve özellikle Suriye meselesinin iç siyaset malzemesine dönüştürüldüğü sık gündeme getiriliyor ve iktidarın bu hamlelerden gerçekten sağladığı fayda ile sağlayabileceği fayda endişesi arasındaki açı da giderek büyüyor. Ne alanda ne masada ne de siyasi zeminde sağlayabildiği bir avantaj yok ama “kesin sağlar” endişesi iktidarın aksi gayretine rağmen hâlâ sağlam.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).