On beş gün: Ne kadar kısa, ne kadar uzun?
Türkiye kapitalizmi küresel finans sermaye ile bağını koşulsuz sürdürüyor. Bu bağı güçlendirecek tüm düzenlemeleri yapıyor. Ulus ve ona tekabül eden vatandaş, halk, inanç kimlikleri epeyce hırpalanmış durumda. Bir topluma ait olmayı tarif eden ortak kimlik ve bunu kuşatan ortak değerler sistemi parçalı bir yapıda can çekişiyor. Devlet ve iktidar örgütlenmesi hiç olmadığı kadar bir zümre ilişkisiyle otoriterleşiyor.
Toplumsal zaman için on beş gün ne kadar uzun, ne kadar kısa? Sorumuzu gün hesabına vurup, zamanının mekanik diline çevirirsek şöyle tekrarlamakta mümkün: Bir yılın 24,333’ü ne kadar uzun, ne kadar kısa? Saçma değil mi? Elbette saçma; çünkü toplumsal zaman kavramını içeriğinden soyutlayarak bir tür metafizik tekrara dönüştürüyor. Oysa biliyoruz ki toplumsal zaman mekândan ve içeriğinden bağımsız anlatılamaz. Türkiye’de bazen on beş gün diğer on beş günlerden çok daha uzun olabiliyor. Gazete Duvar’da yazdığım son yazıdan bugüne (26 Şubat 2020’den bugüne yani yılın 24,333’ü kadar bir süreden sonra) ne çok şey değişti. Önemli olanları sıralayalım: (i) 27 Şubat 2020 Türk ordusu İdlib’de 33 şehit verdi (bu sayı daha sonra 38’e yükseldi) ve ülke “adı konulmamış bir savaşa” girdi. Savaşın adı konulamadı çünkü savaşın “karşı tarafı” açısından iktidar için bir açmaz söz konusuydu. Açıkça savaşın karşı tarafında yer alan Rusya gölgelendi ve savaşta Suriye’deki iktidarı tarif eden Rejim güçleriyle bir hesaplaşmaya dönüştü. (ii) 3 Mart 2020’de iktidar mülteciler için sınırların açıldığını duyurdu ve binlerce mülteci başta Trakya sınırı olmak üzere Ege sahillerini doldurdu. Hepimiz yaşanan insanlık dramını gazetelerin ve görsel medyanın süzgecinde bize sunulduğu kadarıyla izledik. Sınırı geçen mültecilerin sayısı bir muamma. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 4 Mart 2020’de yaptığı açıklamaya göre bu sayı 135.844 kişi. Sayıya inanmak bir tür vatandaşlık görevi. Şüphe duymak yasak olmasa da hoş görülmez, azarlanırsınız. Olmadı mı? Tele 1 muhabiri Namık Koçak’ın Süleyman Soylu'ya sorduğu sorunun cevabını hatırlayalım: İçişleri bakanına inanmıyor musun? Yunan tarafına mı çalışıyorsun vs.; Özetle bu ülkede gazeteciliğin doğal sorumluluğu olan bilgi edinme hakkı ve merakı tehlikeli ve “sağlığa mugayirdir”.
Bitmedi. (iii) İktidar Rusya’dan görüşme talep eti ve 5 Mart 2020’de Kremlin’de bir görüşme oldu. Bu kısa sürede hakkında çok konuşuldu ve yazıldı. Sonuçta savaşın tarafı olmayan tarafla bir tür ateşkes ilan edildi. Ne kadar süreceğini, sonuçlarının ne olacağını şimdiden görmek zor olsa da ortaya çıkan bir tür suni denge inşası oldu. Ancak toplumsal hafızamıza görüşmenin sonuçlarından çok ritüelleri kazındı. Türk heyeti ne kadar bekletildi? Heyetin Katerina’nın önünde sıralanması, Erdoğan ve Putin’nin arkasında 93 Harbini (1877-78 Osmanlı-Rus harbi) temsil eden biblonun durması, heyetin ayakta bekletilmesi, Putin’in el sıkışma çağrısı vs. vs., bunlar bir tesadüf miydi yoksa Rusya’nın ustaca planladığı bir tür tehditkâr dışişleri dili miydi? İlginçlik Erdoğan ve Putin’in konuşması ve bu konuşmaların ardından okunan anlaşma metninde bir kez daha kendini tekrarladı. Ülkenin Cumhurbaşkanı kendi konuşmasında Suriye’deki iktidarı 'Rejim' olarak tanımlarken, dışişleri bakanının okuduğu “devletler arasındaki antlaşma” metninde 'Rejim' meşru siyasal kimliğine bürünüverdi: Suriye Arap Cumhuriyeti. Erdoğan’ın iki şapkası olduğu malumumuz. Böyle olunca insan şunu soramadan edemiyor: Erdoğan kendi konuşmasını yaparken partili Cumhurbaşkanı olarak mı konuşuyordu? Bilemiyoruz.
Uzun on beş gün bunlarla tamamlanmadı ve takvim zaman 5 Mart 2020’ye geldi. (iv) Sabaha karşı evlerinden alınan iki gazeteci, Barış Terkoğlu ve Hülya Kılınç, daha önce İyi Parti milletvekili Ümit Özdağ’ın Meclis konuşmasında açıkladığı Libya’da şehit olan MİT mensubu hakkında haber yapmaları nedeniyle tutuklandılar. Ardından Odatv kapatıldı ve bir gün sonra Barış Pehlivan ve 8 Mart 2020’de Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel tutuklanan gazeteciler kervanına katıldı. Onlarla birlikte ülkede tutuklu gazeteci sayısı 91’e yükselmiş oldu. Vicdanımız ve yüreklerimiz onlarla. Biliyoruz ki özgürlük arayışı su gibidir, yolunu bulur. (v) Gün gün ile çakışır: Gazeteciler üzerine bu operasyon sürerken İstanbul valiliğince yapılan ve yetki alanı tartışması süren “savaşa hayır” konulu miting, yürüyüş, basın açıklaması, imza kampanyası, afiş vs. tüm etkinliklerin “toplumsal infial” uyandıracağı gerekçesiyle yasaklanması içeride sürdürülen istibdadın gazetecilerle sınırlı olmadığını, toplumun geneline yayılan bir kapsama alanı olduğunu da açıkça ortaya koydu. Nitekim İstanbul Valiliği'nin bu tartışmalı tasarrufunu Adana, Aydın, Balıkesir, Kocaeli, Kırıkkale ve Kilis valilikleri de bizim neyimiz eksik dercesine tekrarladı. Ülkede Barış istemek bölücülükle “ayniyle vâki”. 8 Mart 2020 Dünya Kadınlar Günü de işte böylesi bir ortamda bu memlekette kutlandı.
On beş gün; ne kadar kısa, ne kadar uzun? Ülkenin bir yol ayrımında olduğu açık. AKP iktidarı ülkenin dış çeperinde bir sıkışmışlık yaşıyor. Ülke “adı konulamamış savaş” durumunun “adı konulamamış barış” sürecini yaşasa da bu şimdilik bir suni denge. Ama giderek netlik kazanan içerideki suni dengenin giderek daha fazla ölçüde baskı aygıtına ihtiyaç duyacağı gerçeğidir. Zor zamanların içinden geçiyoruz.
Aklımda Kojin Karatani’nin Dünya Tarihinin Yapısı’nı analiz ederken Lacancı psikanalizden (gerçek, imgesel, simgesel) etkilenerek kavramsallaştırdığı üçlü Borromean halkaları (düğümü) var. Ona göre dünya sisteminin işleyişi “Sermaye–Ulus–Devletin” eklemlendiği üç halkanın birlikteliğinden oluşturuyor. Üçü de kendi içsel düzensizliğini yaşayan bu halkalardan biri koparsa kural olarak diğer iki halka da çöküyor. Karatani’nin dünya sistemi için kurduğu bu üçlü zorunlu bağı Türkiye için daraltarak şu soruyu sormak mümkün: Türkiye’de Sermaye (kapitalizm) – Ulus – Devlet” bağına ne oluyor? Çıplak gözlem şunu söylüyor: (i) Türkiye kapitalizmi küresel finans sermaye ile bağını koşulsuz sürdürüyor. Bu bağı güçlendirecek tüm düzenlemeleri yapıyor. (ii) Ulus ve ona tekabül eden vatandaş, halk, inanç kimlikleri epeyce hırpalanmış durumda. Bir topluma ait olmayı tarif eden ortak kimlik ve bunu kuşatan ortak değerler sistemi parçalı bir yapıda can çekişiyor. (iii) Devlet ve iktidar örgütlenmesi hiç olmadığı kadar bir zümre ilişkisiyle otoriterleşiyor. Sonuç Barromean halkaları arasında bağ kopmasa da can çekişiyor. Hâlâ halkalar arasındaki bağ yaşıyorsa belki de çöküşü yıkımdan koruyan Lacan’ın dördüncü bir bağı Sinthome’nin varlığıdır.
Evet zor günlerden geçiyoruz. Şimdi bulunduğumuz her yerde insanlığın temel değerleriyle kendi Borromean halkalarımızı oluşturmanın, güçlendirmenin zamanı: Özgürlük–Eşitlik–Kardeşlik…