Virüs bulaşmış bir rektörünüz varsa...
Dün Yükseköğretim Kurulu 207 rektörle salgına karşı üniversitelerde neler yapılabileceğini görüşmek üzere acil olarak toplandı. Ama anlaşılan üniversitelerin tatil edilmesi ya da edilmemesi yönünde bile bir karar alamadan, böylesi bir kararın “devlet tarafından alınması gerektiği” açıklamasıyla Kurul dağılmış. Toplantının iki kesin sonucundan ilki, kendisine virüs bulaşmış bir rektörümüz varsa sayesinde toplantıda bulunanlara, onların şu ana kadar temas ettikleri, bundan sonra da temas edecekleri herkese hastalığı geçirmiş oldukları veya olacakları gerçeği…
Üçüncü cemre geçenlerde toprağa düştü. Bahar kapıda ama o cemreler bir türlü hayatlarımıza düşmüyor. Karanlık derinleşiyor sanki. Oysa çok uzak değil daha geçen baharda umutlanmıştık. Her şey çok güzel olacaktı. Öyle olacak belki… Şu anın karanlığı geleceğin ışığını köreltiyor belki… Ancak durum hiç parlak değil.
Çepeçevre her biri “felaket” niteliğinde sorunlarla kuşatılmış durumdayız. Savaş, salgın tehdidi, giderek derinleşen bir yoksulluk, depremler, zorla sınırlara sürülen sığınmacılar, sınırlara yığılmış mültecilere karşı insanlığın çoktan unutulduğunu gözümüze sokan faşist saldırılar, ölümü kutsayan politikacılar, ölümün gözü kapalı alıcısı bir halk… Hukukun, kurumların, insan haklarının, demokratik değerlerin, bunlara güvenin birer birer çöküşü… Çöküşün enkazı altında sesi içine kaçmış bir halk… Açlıkla sınanan, savaşla terbiye edilen bir halk… Şimdilerde kapısına dayanmış küresel salgının her türlü etkisine fazlasıyla açık ülke ekonomi-politiğinin çıkmazında bir halk… Bu koşullarda hâlâ nasıl olup da çıldırmadığımıza şaşırmamak elimde değil. Belki hep beraber çıldırdık da benim haberim yok!
Bu koşullarda, COVID-19 salgını mı, yoksa tek adamın iradesine terk edilmiş bir ülkede salgının büyümesini önlemek üzere rasyonel çözümler geliştirilemeyeceğine duyulan inanç mı, yoksa “reisimiz bizi korur, ne yapsa doğrudur” kör inancı mı daha korkutucu? Aklı selim davranmak lazım da nasıl? Her kafadan bir ses çıkarken bu mümkün mü? Kime inanacağız? Marketleri yağmalayarak kendimizi korumuş oluyor muyuz? Her konuda karar verici tek adamken pandeminin hızına denk bir çabuklukla karar verilip politika geliştirilebileceğine inanmakta zorlanıyorsak haksız mıyız? O birer birer çökmesine izin verdiğimiz kurumların yokluğunda ne olacak? Eşgüdüm nasıl sağlanacak?
Örneğin dün Yükseköğretim Kurulu 207 rektörle salgına karşı üniversitelerde neler yapılabileceğini görüşmek üzere acil olarak toplandı. Ama anlaşılan üniversitelerin tatil edilmesi ya da edilmemesi yönünde bile bir karar alamadan, böylesi bir kararın “devlet tarafından alınması gerektiği” açıklamasıyla Kurul dağılmış. Toplantının iki kesin sonucundan ilki, kendisine virüs bulaşmış bir rektörümüz varsa sayesinde toplantıda bulunanlara, onların şu ana kadar temas ettikleri, bundan sonra da temas edecekleri herkese hastalığı geçirmiş oldukları veya olacakları gerçeği… “Devlet”, “Şahsım” olduğuna göre anlaşılan, üniversitelerin tatil edilmesine de bizzat “Şahsı” karar verecek. Başka her şey gibi… İşte ikinci kesin sonuç da bu durum karşısında koskoca rektörlerin, bilimin sahip olması beklenen holistik bakıştan uzak, adlarının önündeki unvanlarına istinaden kendilerinden aklı selim bir açıklama, bir yol göstericilik beklentilerini suya düşürecek bir tavırla “Şahsı”nı işaret etmek zorunda kalmaları… YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın açıklamasına göre, her üniversitede bir rektör yardımcısı bu konuyla ilgili süreci yönetmek üzere görevlendirilecekmiş. Bilgilendirme yapacaklarmış! Gerçekten bizimle dalga mı geçiyorlar diye düşünmekten kendimi alamadım. Bunun yeterli olduğuna inanıyor olmalılar. Göğüslerini gere gere çok mühim bir şey yapmışlar gibi açıklayabildiklerine göre… Aslında böylece üniversitelerin çöktüğünü resmen duyurmuş oldular bugün. Daha önce inanmadıysanız bugün artık inanırsınız herhalde. Koskoca rektörler, en iyi bildikleri işi yapıyorlar: Kendilerini koruyorlar… Astlarından birini görevlendirerek hem bir şey yapmış gibi görünüyorlar, hem asıl mercii olarak devlete, yani şahsıma işaret ederek sorumluluklarından kurtuluyorlar, hem de biat edecekleri mesajıyla koltuklarını garanti ediyorlar. Daha ne olsun?
Oysa, o unvanlara bakınca, en azından benim beklediğim putlaştırıcılıktan uzak kalabilme becerisi. Her konuda muktedir bir aşkın güç yaratmayan, gücü tek merkeze indirgeyen basitleştirmelerden uzak, merkezi birleştirici bir temsil gücüyle donanmış saymanın tehlikelerinin ayırdında bir bakış açısı. Tikel olanı kendi özgüllüğü içinde kavrayabilen, ancak tikel olanın bütünle diyalektiğini de asla gözden kaçırmayan bilimsel bir anlayış. Başka bir deyişle, “Üniversite” kavramının çağrıştırdığı evrenselliği, tekin basit birliğinden kurtarabilecek bir yerellikle dengeleyebilen bir kavrayış gücü. Bilginin iktidarla olan ilişkisini sorunsallaştırabilen felsefi bir tavır. Kendi özgürlüğünden taviz vermeye yanaşmayan, varlık nedenini inkar anlamına gelebilecek her tür biat ilişkisini yargılayan bir etik duruş. Tabii olan bitene bakınca bu beklentim, düpedüz saf bir hayalcilikle eşdeğer hale geliyor. Bu tartışmanın bizatihi kendisi anlamsızlaşıyor.
Ne yapayım ki umut fakirin ekmeği; ben de içinden geldiğim kurumdan hâlâ bir şeyler beklemekten kendimi alamıyorum. Ama sonra düşünüyorum, bu kurum değil mi ki benim gibi beklentileri yüksek, hayal etmekten, umut etmekten, direnmekten asla vazgeçmeyen pek çok meslektaşımı kapı dışarı eden? O kurum değil mi, kendini dinsel bir düşünüş tarzıyla, kutsallaştırılmış iktidara biat etmekle yükümlü sayan? İşte bu da bir sonsuz bir salınım. Umuttan umutsuzluğa, gerçekçilikten hayalciliğe… Özgürlüklerine sahip çıkan bir akademi hayal etmekten, içinde var kalamadığın üniversitenin çöküşüne hayıflanmaya… Belki de hiçbiri birbirini dışlamıyordur. Biri olmadan diğeri olmuyordur. Bu sonsuz salınım içinde yaşam anlamını kazanıyordur. Kim bilir…