Korona: Ekonomi-politik
Anayasasında sosyal olduğu yazılı devletin bir yandan Mogadişu’dan, Katar’a, Trablus’dan Idlip’e, Hakurk’tan Afrin’e, TCG Anadolu’dan alınıp kullanılmayan S-400’lere ucu açık askeri harcamalar yaparken, aynı anda ulusal ekonomiyi yüzdürmesi olası mı?
İspanya tüm hastaneleri kamulaştırdı. İtalya’da bir özel şirket üç boyutlu bir yazıcı satın alarak kent hastanesinin eksiği olan solunum cihazı parçasını kendi üretip, ücretsiz sağladı. İngiltere toplumsal bağışıklık yaklaşımından kısa sürede vazgeçti. Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron devletin hiçbir işletmenin iflâsına izin vermeyeceğini açıkladı. İran’ın Kum kentinde bağnaz bir topluluk kamu sağlığı önlemi olarak islâm cumhuriyetinin kapattığı Masume Türbesi’nin kapılarını kırıp, ısrarla içeri girdi. AB içinde seyahat kısıtlaması getiriliyor. ABD’de yalnızca gıda alımı için değil ayrıca silâh mağazalarının önünde de uzun kuyruklar oluşuyor.
Yukarıdaki örnekleri rastgele seçmedim. Her biri bence ayrı bir düşünce besini. Her biri ayrı bir değerlendirmenin kapısını açıyor. Korona sonrasında hem küresel hem ulusal/yerel düzenler çok farklı olacak. Bizleri neyin beklediğini bugünden tam olarak kestirebilmek güç. Aslına bakarsınız “bizler” kimiz tam olarak, onu da tanımlayabilmek zor.
Örnekse, Cumhurbaşkanlığı İletişim Direktörü Altun yine “devlet-millet birlikteliği” kavramını kullanıyor. Her gün birkaç kez kendi seçmeninin inancını güçlendirici, toplumun diğer yarısını oluşturan muhalifleri ise kırıcı konuşmalar yapmasına alışık olduğumuz Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan korona krizinde bizlerle iletişmemeyi iletişim stratejisi olarak benimsemiş görünüyor. İlk sözlü müdahalesini bu yazının yayımlanacağı çarşamba günü yapacak.
“Devlet-millet Birlikteliği” kavramının Batı dillerinden birine çevirisini yapmak oldukça güç. Bu tür bir yaklaşımın 2020’de korona krizini yönetmek adına neredeyse her gün kamera karşısına geçen Batı demokrasilerinin herhangi birinin lideri tarafından dile getirildiğini duymak da olanaksız. Bana 1920’leri çağrıştırıyor “devlet-millet birlikteliği.”
Korona öz-karantinası dolayısıyla işine gidemeyen ve kirasını ödeyemeyen bir yurttaş düşünelim. Onun yanına tek geliri o dairenin kirası olan bir evsahibi koyalım. Açılamayacak dükkânlar, kapalı kalacak KOBİ’ler. Anayasasında sosyal olduğu yazılı devletin bir yandan Mogadişu’dan, Katar’a, Trablus’dan Idlip’e, Hakurk’tan Afrin’e, TCG Anadolu’dan alınıp kullanılmayan S-400’lere ucu açık askeri harcamalar yaparken, aynı anda ulusal ekonomiyi yüzdürmesi olası mı? Öncelikler nasıl, kim tarafından belirlenecek ve yapılan tercihler kamu iradesini ne denli yansıtacak?
Demokratik örneklerde olağanüstü hal önlemleri de hukuk devleti içinde kalınarak alınıyor. Fransa’da bir yandan ordu kent merkezlerinde destek amaçlı konuşlanırken, diğer yandan belediye seçimleri her şeye rağmen yapılabiliyor. Bizde durumun farklı olduğunu belirtmeye sanırım gerek yok.
Henry James 1914’te dünya savaşı başladığında “insanlığı taşıyan ortak akıntının sonu meğer Niyagara Şelâlesi’ne varıyormuş” diye yazmış. Bu sözü alıntılayan Pankaj Mishra, bugün karşı karşıya olduğumuz bunalımın 1914 ve 1929’dan farklı olmadığını ileri sürüyor. Daha önce değindiğim üzere Dinçer Demirkent de bu sütunlarda yer alan korona öncesi bir yazısında ülkemizin “devrimci gerçekliği” saptamasını paylaşmıştı.
Belki küresel bir “devrimci gerçeklik” anındayız. Buna karşılık, ütopya yerine güncel durumu aratacak bir distopyanın bu dönemecin ardından karşımıza çıkacağını düşündürtecek de belirtiler çok. Özellikle yüz yıla yakın süredir aynı sorunları sürükleyip taşıyıp, demokrasiye geçişi beceremememiş bir cumhuriyetin yurttaşıysanız.
“Devlet-millet birlikteliği” denildiğinde kaybeden genellikle cumhuriyet yurttaşı oluyor. ABD’de federal hükümet ve Başkan Trump’ın konuyu ele alışı eleştirilirken, Maryland Eyaleti Valisi Hogan’ın ilk günden sert önlemleri resen alması hem cumhuriyetçi hem demokrat seçmen tarafından beğeniliyor. Maryland örneği bize yerinden yönetimin önemini anımsatıyor. Yerel bir örnek vermek gerekirse, terörizm suçlamasıyla on yıla yakın ceza alan Dr. Mızraklı hekim kimliğiyle Diyarbakır’da görevine devam etseydi devletin kamu sağlığı siyasetine o ilimizde katkısı etkin olmaz mıydı?
Bugün itibarıyla ibrenin kamulaştırmaya, sokağa çıkma yasağına, hatta belki devletin sorunu daha etkin yönetimi adına belediyelerin tümüyle merkez tarafından devralınmasına özetle bir tür OHAL-XXL ilânına varıp varmayacağını bilmiyoruz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çarşamba günü dinleyip, benimsenen stratejiyi en yetkili ağızdan öğreneceğiz.
Ellerimizi sık sık yıkayalım, bulunduğumuz yeri sık sık havalandıralım, evlerimizden ise çok gerekli olmadıkça çıkmamaya, başkalarıyla temas etmemeye özen gösterelim. Sevdiklerinizle sağlıcakla kalın.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI