İnsanın çıplak hali, göçmenlik…
Gürcü dilinde anne ‘deda,’ nine ‘bebia’ imiş, biliyor muydunuz? Gürcü bakıcılar, çok duyduk… Ben de Irmak Zileli’den öğrendim bu sözcükleri. Son Bakış adlı romanından. Tina’nın ve Tina’nın insanlarının hikâyesi.
Nadira Kadirova’nın anısına saygıyla…
Sığınmacı, mülteci, göçmen, yabancı işçi, kaçak işçi… Her ne ise…
Adını ne koyarsanız koyun, sizce de çok etkileyici bir insanlık hali değil mi sığınmacılık, göçmenlik?
Hayır, hukuktan, uluslararası sözleşmelerden, ikili anlaşmalardan, sınır güvenliğinden, yalnızca kimi insanların kavrayabildiği dünya siyasetinden, ulusal çıkarlardan vs. söz etmeyeceğim. Böyle bir niyetim yok. Yalnızca insan. Bir insan kimliğiyle, göçmen. Başka tüm nitelikleri, sıfatları bir yana, çıplak insan. Pek az şey bu kadar etkileyebilir bir diğerini. Pek az şey bu kadar derin iz bırakabilir. Kendinizden başka hiçbir şeyinizin olmadığı, kalmadığı an. O güne dek biriktirdiğiniz ne varsa, eşiniz dostunuz, bir ömür hatıranız… Tümünün arkada bırakıldığı, an.
Yola çıkıyorlar… Bir iki zorunlu eşya… Belki fotoğraf… Ne alıyorlardır yanlarına? Varsa, bir süre idare edebilecek para. Çocukları. Proletarya, çocuğundan başka bir şeye sahip olmayan insan, malum. Gelip sığındıkları yerde hangi koşullarda çalıştırıldıkları düşünüldüğünde, çok da uygun bir sıfat olurdu aslına bakılırsa!
Hangi araçlarla göçüyorlar, sığınıyorlar peki? Tekneyle, plastik botlarla… Başka? Siyasi sığınmacılar. Çalışmak için gelip bir süre sonra kaçak durumuna düşen göçmenler. Savaşlardan kaçanlar. Nasıl geliyorlar? Bazen yürüyorlar. Kilometrelerce, günlerce, çoluk çocuk, yaşlılar, battaniyeye sarılı bebekler. Bir iki kişinin yemek yiyebileceği asgari araç gereç, belki. Benim rahmetliler, 1950’lerde Anadolu’dan İstanbul’a göçlerini anlatırken, “Bir yorgan, iki kap kacak” ile geldik derdi. Yorgan, kap kacak, bir iki kıyafet, çamaşır… Yoksunluğu, yoksulluğu, başlangıcı, umudu ve direnci anlatan bir iki sözcük.
Doğduğun evin kokusu. Yanında gözünü açtıklarının sesi. Üzerinde emeklediğin kilimin deseni. Ananın sinesi. Baba. Koşup oynadığın dar koridor. Kırk yılın başı ailece poz verdiğiniz anın fotoğrafı ve arada bir temizlediğin metal çerçevesi. Annenin pişirdiği yemeğin dumanı. Seni o yemeğe çağıran sesi. Kardeşlerin. Birlikte eğlendiğin büyüklerin, arkadaşların. Kapı. Pencere önü. Okula gittiğin yol. O yolda karşılaşmak için kırk takla attığın ilk aşkın. Kalp çarpıntıların. Sevdiğin…
Neyin var neyin yok, seni sen yapan her şeyi, bir anıyı, bir sesi, bir eşyayı ve hatta örgüne sapladığın ninenden kalma şişi, her şeyi bırakıp yola koyulmak. Belki bir iki eşya. Bir iki insan. Çocuk, varsa. Başka bir şeyin olmadan, insanı insan yapan tüm anılar geride, yola çıkmak. Bilmediğin bir yere gitmek. İstenmediğin, hiç de hoş bulunmayacağın, yerlilerin sana safra muamelesi yapacağı bir yere doğru, yola koyulmak. Başına ne geleceğini bilmeden. En çıplak halinle. En insan halinle. Omuzlarında bir ömrün hatırası, yeniden başlamanın imkânsızlığıyla, baştan başlamak için…
İş arıyorlar. Bir kısmı buluyor. Yerlinin dört aldığı işi, bire yapıyor. Gece gündüz çalıştırılıyor. İstemezse keyfi bilir, onun gibisi çok. Kimisi daha sonra denize açılacağı çürük plastik bot yapan atölyelerde çalışıyor. Kendi yaptıklarını, fahiş fiyata satın alıp açılıyorlar soğuk denize. Varanlar oluyor ve varamayanlar. Kimi o yolculuğu hiç çıkmıyor. Çocuğuyla köprü altında dileniyor. Birileri kadını satmak istiyor, haysiyetsizlere. Birileri çocuğu kaçırıyor, organlarından para kazanmak için. Ölen var, çalışırken. Adını dahi duymadıklarımız. Anasının sesini ilk kez duyduğu o odayı bir daha görmeyecekler. Ölüp de cenazesi yol kenarına bırakılan. Yaşamayı başaranlardan nefret ediliyor. İnsan muamelesi yapmıyor, yapmak istemiyor, yerli ahali. Her yerde. Dünyanın her yerinde. Dünyanın tüm sağcıları, milliyetçileri, ülkenin sorunlarının faturasını onlara kesiyor. İşsizliğin, ekonomik daralmanın, sosyal sorunların nedeni kendi kifayetsizlikleri değil, onlar. Bizim memlekette ha keza. Muktedire söz söylemekten ölesiye korkanlar, acısını onlardan, savunmasızlardan çıkarıyor. Çoğu, çocuklarından başka hiçbir şeyi olmayanlardan.
Her ne gerekçeyle olursa olsun sığınmacılık gündeme geldiğinde, üzerine konuşulanlar, insan. Kanlı canlı, bir anadan babadan olmuş, kültürüyle, diliyle, beğenileriyle, sevenleri ve sevdikleriyle, insan. En çıplak, en saf haliyle. Bizim gibi, sevdiklerimiz gibi. Bir farkımız yok. Bu yüzden de çok etkileyici ve bir o kadar yaralayıcı sanırım. Her biri dünyadaki eşitsizliğin, sömürünün, adaletsizliklerin; yüz yüze gelmek istemediğimiz her ne varsa onun, temsilcisi gibi. Aslında kucaktaki o bebeğin bizim olabileceğini düşünüyoruz. Bizden biri, duvar dibinde oturmuş olabilir. Bir gün her şeyimizi kaybedebiliriz. Bir gün başkasının sınırına doğru yürümek zorunda kalabiliriz. Bir gün, tam da hiç sevilmeyen ve hiç tanımadığımız insanlar ile aynı deneyimi yaşayabiliriz.
Geldiklerinden kısa süre sonra kaçak duruma düşen, pasaportları alınan, tehdit edilen, ev işçisi kadınlar…
Son yıllarda hepimizin tanık olduğu, bir yakınımız için başvurduğumuz, eşin dostun hastasına ya da çocuğuna baksın diye istihdam edilen, kadın işçiler. Yolda karşılaşıyoruz. Anlamıyorum tam olarak nedenini, ama evlerde çalışan kadınlar olduklarını hissediyoruz o an. Oysa başka bir iş için gelmiş yabancı da olabilir; hayır, ilk akla gelen ev işçiliği oluyor. Konuşmalarından mı? Çekingenliklerinden mi? Bir tarihten sonra kaçak duruma düşenler, her an korkuyla yaşıyorlar.
Ya kimlik soran bir polis çıkarsa? Ya pasaport görmek isterse? Ya ihbar edilirsem? Ya hastalanırsam? Nasıl tedavi olurum? Memleketten kötü haber gelir mi? Ne yapıyorlar acep? Eşim? Sevdiğim? Çocuklar? Eşyalarım, sokağım, evim, mutfağım… Gerçi bu aile iyi, önceki fenaydı… Herif musallat olmuştu, her köşede sıkıştırıyordu haysiyetsiz it… Tehdit ediyordu bir de, polise giderim, ihbar ederim, diyerek… Evin her yerinde kamera var şimdi de… Tuvalette yok neyse ki, ya da öyle zannediyorum… Her anımı görüyorlar, her anımı, hareketimi takip ediyorlar… Bizimkiler ne yapıyordur şimdi?
Ne garip değil mi? Hiç bilmediğimiz insanlar. Tanımıyoruz. Merak etmiyoruz. Karşılaştığımızda dönüp bakmıyoruz. Komşuda yaşıyor, her yerde karşımıza çıkıyor oysa. Adını dahi merak etmiyoruz. Dillerini bilmiyoruz. Ucuz iş gücü. Mesela, Gürcü dilinde anne ‘deda,’ nine ‘bebia’ imiş, biliyor muydunuz? Gürcü bakıcılar, çok duyduk…
Ben de Irmak Zileli’den öğrendim bu sözcükleri. Son Bakış adlı romanından. Tina’nın ve Tina’nın insanlarının hikâyesi. Bir insanın, bir yabancının, bir kadının, adını dahi hiç merak etmediklerimizden birinin, yaşamını anlatıyor Zileli, Tina’nın yaşamının son anlarında.
Zileli’nin kitabını okumaya başladığım gün, edebiyatçı Behçet Çelik’in Gazete Kadıköy’deki “Göçmen hemşeriler” başlıklı yazısına (6-12 Mart 2020) denk geldim. Son Bakış’tan söz ediyordu o da. Çelik, göçmen işçiler hakkında şunları söylüyor yazısında:
“Kadıköylü göçmen işçilerin sayısı artıyor. Evet, onlar da Kadıköylü. Burada yaşıyor, çalışıyorlar. Kayıtlar da görülmeler de. Onlar da hemşerilerimiz, yan yanayız, aynı sokaklardan geçip, aynı havayı soluyoruz…”
Irmak Zileli, aynı sokaklarda yürüyüp aynı havayı soluduklarımızdan birini, Gürcü bakıcı Tina’yı çarpıcı bir üslupla tanıtıyor. Tina’yı, annesini, siyasi kaçak olan sevdiği erkek Kaveh’i, ailesini, bakıcılık yaptığı yaşlı kadın ve kızını… Tina’nın tedirginliğini. Bakıcı’nın alışmak zorunda kaldığı görünmezlik ve güvensizlik duygusunu. Behçet Çelik’in sözcükleriyle;
“Göç, insanın kendisini iyi kötü güvende hissettiği yerden gitmek zorunda kalması olduğuna göre, güvenlik duygusunun büsbütün yittiği yerde bir tür yersizlik-yurtsuzluk duygusunun başladığı söylenebilir. Aynı biçimde içe buyur etmek, araya almak da tersi bir etkiyle yitip parçalanmış güven duygusunu sağaltabilir…”
Tina, yanımızdan geçip gidiyor her gün. O geçip gitmeyi ve bizim görmememizin hikâyesini başarıyla betimliyor Irmak Zileli. Umursamadıklarımızın hikâyesini.
Bir yerlerde karşılaşıyoruz. Diğerleri gibi, alıştığı kokulardan, seslerden, renklerden, insanlardan ve hatta bakmayı sevdiği pencerelerden uzaktaki insanlara. Bir sevdiği var. Özlediği insanlar. Görmeyi istedikleri. Görmedikleri. Artık göremeyecekleri.
Onlardan biri Tina. Ömrünün sonunda, avucunda sıkı sıkıya tuttuğu, Gürcistan’daki evinin anahtarı…
Bu kadın şey değil mi, hani…
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI