YAZARLAR

Uzaylı kalmadı, korona verelim…

Korona virüsü ilk yayılmaya başladığında ünlüler, zenginler, siyasetçiler bile bu hastalığa yakalanınca, kendimizi onlarla eşitlenmiş hissettik. Ama öyle değildi. İleri teşhis ve tedavi hizmetlerine kolayca ulaşanlar ve ulaşamayanlar olarak dünya yine tekrar bölündü, muktedirlerin karşısında ezilenler olduğumuzu bir kez daha fark ettik.

Korona virüsü küçük bir mutasyona bakar; bir bakmışız dünyaya zombiler hâkim olmuş, medeniyet çökmüş, nüfus birkaç milyona düşmüş, dünyanın diğer yerleri ile bağımız kopmuş, internet, elektrik, su yok ve kıyasıya bir hayatta kalma mücadelesinin içindeyiz.

Bilimkurgu kültürüne, edebiyatına, filmlerine aşina olanlar iyi bilirler, uzaylılar mı geldi? İlk işleri Beyaz Sarayı yerle bir etmek olur, insanları köleleştirirler ve mücadele başlar. Nükleer savaş sonrası mı? İnsanlar ya yeraltındadırlar ya da birkaç radyasyonsuz bölge için birbirlerini yerler. Göktaşı mı çarptı? İnsanlar yine yeraltındadırlar ve tuhaf bir dünya ortaya çıkmıştır. Zombi istilası mı? İnsanlar beyin yiyen zombilerden kaçmak için etrafta koşuştururlar, marketler yağmalanmış, kentler bomboş ve zombiler yetmezmiş gibi insanlar kelimenin tam anlamıyla birbirlerini yerler, herkes yamyam olmuştur.

Her birimizi bugünlerde insan ırkının kitlesel tükenişi ve bildiğimiz dünyanın sonu korkusu sardı sarmasına ama aynı zamanda insanlığın tükenişi senaryoları, metaforlarla süslenmiş bilimkurgu külliyatında içine hapsolduğumuz dünyadan kurtulma fantezimizdir.

Bilimkurgu filmlerinde uzayın derinliklerinden gelen kötü uzaylıların yeri başkadır. Virüs, zombiler, göktaşları ve hatta nükleer savaş doğaya ya da insan doğasına aittirler; ama ya uzaylılar? Onlar yabancıdırlar, üstün teknolojileri ile insanları köleleştirir, dünyanın kaynaklarını sömürür ve bizleri mutlak bir ölüme terk ederler. Herhalde anlamışsınızdır, uzaylılar zaten aramızda aşıyorlar, küçük zengin bir azınlığın dünyanın geri kalanını sömürenler aslında uzaylıların ta kendisidir.

They Live

.

John Carpenter’ın “They Live” filminin konusu tam da bunun üzerine kuruludur. Uzaylılar dünyayı istila edeli çok olmuş, zengin kapitalistler onlarla anlaşma yapmış, dünyayı satmışlar ve hepsi bir arada refah içinde yaşamaktadırlar. Her tür iletişim ve bilişim sistemleri ellerindedir. Kentleri süsleyen reklamlar, televizyon yayınları aslında insanları emirlere uymayı, üremeye ve tüketmeye zorlayan bilinçaltı mesajlardır. İnsanlara bu sayede hükmederler. Filmde, bu aldatmaca direniş gruplarının icat ettiği ve aramızda yaşayan uzaylıların gerçek yüzlerini gösteren gözlükler sayesinde açığa çıkar ve mücadele başlar.

They Live Obey

.

Diğer uzaylı istilası filmlerinde belki bu mesajın üstü daha örtüktür ama hepsinde insanlığın sonunu getirecek sömürünün temsilcileri insanlık dışı uzaylılar aslında sistemin zengin güçlüleridirler. Onun için Roland Emmerich’in “Independence Day” filminde bir ışınla Beyaz Saray havaya uçurulduğunda sadece bizler değil Amerikalılar da gizli bir zevk duyarlar.

Independence Day

.

Bu tür uzaylı istilası filmlerin çoğunda ikircikli bir şekilde, uzaylılar bizi köleleştirirken aynı zamanda zincirlerimizden kurtulur, özgürleşiriz. Uzaylılar bizi sömüren sistemden, onun norm ve kurumlarından kurtarır, apaçık bir mücadele imkanı verirler. Artık göze göz, dişe diş zamanıdır; tabii eğer gözleri ve dişleri varsa.

Hadi bilimkurguyu bırakalım ve bugün yaşanan korona virüsü felaketine bakalım.

Korona virüsü her yerde; sokaktaki, marketteki, otobüsteki insanlara şüphe ile bakıyor, hatta komşumuzdan bile korkuyoruz. Her insan, diğerini öldürebilecek bir nevi zombiye dönüşmedi mi? Söylemesi zor ama geriye bir tek ölen binlerce insanın dirilmesi kalmış neredeyse.

Tüketim mabetlerinde rafların boşalması ise güvenlik teknolojileri ile sarılı dünyalarımızın kırılganlığını gösteriyor. Birbirimizi aç bırakmacasına marketleri yağmalıyoruz. Halen o ışıltılı kredi kartlarımızı kullandığımıza aldanmayın. Bir adım sonrasında kendimizi bir kutu konserve için birbirimizi boğazlarken bulabiliriz. Bu da bir nevi yamyamlık değil de nedir?

Oysa modern iktidarlar uyumlu-üretken özneler yaratmak ve onları yaşatmak üstüne kuruludur. Korona virüsü bunun bir yanılsama olduğunu gözlerimizin önüne serdi. Doğal seleksiyondan, yaşlılardan kurtulmaktan, virüse bağışıklık kazanmış, mutasyon geçirmiş yeni bir nesilden bahseder olduk. Yaldızlı neoliberal dünyanın üstünü kazıyınca, hemen altından insanlığın “tarihsel kitlesel açlık korkusu” ortaya çıkıverdi. Sistemin mahkûmları bizler, sistemin çatlaklarında ezilmekten kurtuluşun olmadığının çaresizliği ile kıvranıyoruz; artık yepyeni bir ölüm politikası geçerli.

Korona virüsü ilk yayılmaya başladığında ünlüler, zenginler, siyasetçiler bile bu hastalığa yakalanınca, kendimizi onlarla eşitlenmiş hissettik. Ama öyle değildi. İleri teşhis ve tedavi hizmetlerine kolayca ulaşanlar ve ulaşamayanlar olarak dünya yine tekrar bölündü, muktedirlerin karşısında ezilenler olduğumuzu bir kez daha fark ettik.

Bu nedenle korona virüsü doğal bir felaket olduğu kadar politiktir. Bir yandan ondan ölümüne korkuyor ama bir yandan da sistemin yıkılma ihtimali karşısında onu gizliden kutsuyoruz.

Anlattıklarım çok mu gerçek dışı? Hayır, hiç de değil. Bilimkurguyu ciddiye alın. Ursula K. Le Guin “Bilimkurgu belki gerçek olaylardan söz etmez, ama gerçeği anlatır” der. Evet, dünyaya yayılmış bir virüs var ve hepimiz evlerimize kapandık. Bundan daha bilimkurgu bir şey olabilir mi?


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.