Çilingir sohbetleri... Feridun Nadir: Rakıda hayatın bir kopyası var
Feridun Nadir insanlara laf yetiştirdiği kadar dünyaya da yetişmeye çalışan bir şahsiyet ve rakılı gezileri meşhur. Rakıyla yaptığı yolculukları çok cezbedici şekilde anlatıp kışkırtırdı insanları. Elbette şu sıralar gezmek bir korkulu rüya gibi. Kimse yerinden kımıldamak istemiyor.
‘‘Valla abi, elbette var. Hepimizi çok üzen çok kötü zamanlar geçiriyoruz. İnsanların birbirlerine nefreti artıyor. Böyle zamanlarda birleştirici unsurlara her zaman ihtiyacımız var. Bu anlamda çilingir sofrasından daha iyi bir unsur düşünemiyorum.’’ diye başladı söze. Eh, doğru söze ne denir? Vefa Zat’ın kitabına verdiği isim gibidir durumumuz; biz rakı içeriz. Rakı içmek demek, bizatihi hayat demektir bir bakıma bu topraklarda.
Elbette durup dururken kurmadı bu cümleyi; iki müstear isim olarak yapmayı kararlaştırdığımız röportajı ancak hayata geçirebildiğimiz bilgisayar başı sohbetinde söyledi.
Bir süredir rakı ve alkol kültürü hakkında müstear isim kullanarak arzı endam eyliyorum mecralarda. Yeni bir şey değil elbet bu. Bizim memlekette de başka diyarlarda da bazı kalem erbapları zaman zaman müstear isimle yazmış, hatta müstear olanla daha bir ünlenmiştir. Feridun Nadir nezdinde de durum aynıyla vaki. Kendisi 2014 yılında BirGün Gazetesi’ndeki “Rakı Beyazı” köşesiyle girdi hayatımıza ve yaklaşık üç yıl boyunca her Pazar rakı ve kültürüyle ilgili leziz yazılar yazdı. “Kim bu Feridun Nadir?” sorusunu pek çok gazete okuruna sordurttu ama bir süre sonra Feridun Nadir ve rakı ikilisi o kadar özümsendi ki, kendisine ait bir okur kitlesi oluştu. Bendeniz de o okur kitlesinin gediklileri arasında yer alırdım o vakitler. Pazar günleri “Rakı Beyazı”nı okumadıysam meraklanır, huysuzlanırdım yakın çevreme. Bugün Feridun Nadir kadar okkalı olmayan ama insanlara garip gelen bir müstear isimle dolanıyorsam ortalıkta, kendisinin verdiği esinin etkisini inkâr edemem.
İki müstear ismin yapacağı röportajın duruma uygun olması için teknolojiden yararlandık elbette. Çöktük bilgisayarların başına ve başladık uzaktan konuşmaya. Henüz korona virüsü memleket sathı mailine uğramamıştı ama bizim seçtiğimiz yöntem gündeme uygun oldu ‘’netekim!’’ Belki yakında böyle bir çilingir adeti de gelişir bilemiyorum, insanlar akşam evde oturup sevdikleriyle uzaktan uzaktan demlenebilir. Yaşayıp göreceğiz.
Çoğu ehlikeyfin yaptığı gibi söz memleket ahvalinden açıldı ister istemez. Koyu karanlık günlerin hemen ertesindeydi buluşmamız; Türkiye ile Rusya’nın savaşın eşiğine geldiği günlerin biraz sonrası.
Dolayısıyla açılış sorum zaten belirlenmişti:
Son günlerin yakıcı sorunundan başlamak isterim hasbihale. Rakının ve çilingirin yükselen ırkçılığa, savaş naralarına karşı bir sözü var mı sence? diye sorarak başladım ve yazının başındaki açılışla karşılık verdi Feridun Nadir. Sonra da devam etti.
Sen Merih Lokantasına takılır mıydın? Orada çok acayip bir şey olurdu. Hep bu günlerde o geliyor aklıma. Şimdi kapandı biliyorsun. Ramazan aylarında bir iftar sofrası kurulurdu, karşısında çilingir olurdu. Bunlar birbirlerine laf atarlardı, çok güzel eğlenirlerdi. Sonra o iftar sofrasından kalkıp çilingire geçen abilerimiz olurdu. Bütünüyle hoşgörünün hakim olduğu, insanların bir arada yaşama temayülü gösterdiği şahane bir ortamdı. Bence çilingirin söyleyeceği laf burada. O yüzden kültürel her şeyin birleştiriciliği vardır şu anda. Kültürel, bütün önemli şeylerin.
Bakmayın siz birilerinin kültürümüzde yok falan demesine; rakı bu topraklarda beş yüz yılı aşkın tarihiyle mimaride, yemekte falan olmadığı kadar kültürel bir öğedir. Feridun Nadir de bunun farkında olan ve farkındalığını yaratan bir isimdi; ancak köşe yazmayı bırakarak hayatımıza girdiği hızla hayatımızdan çıktı. Nedenini merak edenler için sordum. Üstelik muhabbeti ısıtmak için de iyi bir başlangıç noktasıydı.
Neydi bu ortadan kayboluşunun sebebi?
BirGün’de çok iyi vakit geçirdim. Çok gurur verici şeyler yaşadım, gittiğim meyhanelerin duvarlarında yazılarımı falan gördüm. Başka enteresan şeyler de oldu. Ece Temelkuran BirGün’ün başındayken bana bu köşeyi teklif etmiş, öyle başlamıştım ve üç sene falan sürdü herhalde. Sonra bitti işte; bir şekilde BirGün’deki arkadaşlar bitirmek istediler. Ben de zaten biraz her hafta her hafta yazmaktan, biliyorsun ehlikeyif işi böyle rutine bindiği zaman bir müddet gidiyor tamam da, biraz sıkılmıştım yani. Öyle bitiverdi.
O zamanlara dönüp baktığında, sence okurun nesine iyi geldi o yazılar?
Ben bir hile yaptım. Senin de bütün okurların da bildiği gibi, çilingir sofrasından kültür olarak faydalandım. Yani herhangi bir konuyu rakı sofrasında konuşur gibi yazdım ve bu tabii ki işimi çok kolaylaştırdı. Dolayısıyla o üç yıl boyunca değinmediğim konu kalmamıştır. Elbette kalmıştır da hani, rakıyla alakasız bin tane başka konuya da değinme şansım oldu. Çünkü çilingirde konuşamayacağımız konu yok. Hal böyle olup da sohbet havası olunca yazarken de zevk aldım. Bir yazar yazdığı şeyi zevk alarak yazdığı zaman sanırım bu elektrik okura da geçiyor. O yüzden hakikaten çok teveccüh görüyordu. Yazı kadar da insanlara laf yetiştiriyordum e-mail’le. Çok e-mail geliyordu.
Feridun Nadir insanlara laf yetiştirdiği kadar dünyaya da yetişmeye çalışan bir şahsiyet ve rakılı gezileri meşhur. Rakıyla yaptığı yolculukları çok cezbedici şekilde anlatıp kışkırtırdı insanları. Elbette şu sıralar gezmek bir korkulu rüya gibi. Kimse yerinden kımıldamak istemiyor. Korona virüsü belası geçene kadar kuvözde kalmayı tercih edecek raddeye geldi insanlar, hatta bu bir zorunluluk halini alıyor giderek; ama rakılı yolculuk pek alışıldık bir durum değildir ve bunu sormadan edemezdim.
Valla Grand, o iş şöyle başladı. Ben ilk defa seksen dokuzda yurt dışına çıktım. Yanımda da bir şişe rakı götürdüm giderken. Üç ay gezdim Avrupa’da, bir yığın memlekette yapmadığım serserilik kalmadı. Ben o rakıyı zor zamanlar için götürmüştüm ve yani o kadar saçma bir şey oldu ki sürekli rakı içmeye çalıştım. Üç ay sonra son gün bir arkadaşımla oturduk, şişeyi koyduk ve dönüyorum diye bitirdik. Az kalsın şişeyle dönecektim.
Bu benim çok kanıma dokundu. Yahu dedim bu ne acayip bir şeydir, bunda bir tuhaflık var. Sonra şöyle bir şey olduğunu da fark ettim; mesela ben Türkiye’de uzo içemem. Ben uzoyu bir tek Yunanistan’da içerim. Önce bazı içkilerin yerinde güzel olduğu gibi bir fikre kapıldım. Sonra rakının bunu geçmesi gerektiğine dair kişisel bir husumetle, hırsla ya da husumetle demeyeyim de (gülüyor) davrandım, baktım ki rakının bir muhabbet başlatıcı yanı da var. Bir kere, içine su dökünce beyazlıyor, ortamdakiler rakı erbabıysa konuya titizleniyor, o titizlik dışarıdan görülüyor ve olmadık arkadaşlıkların kurulmasına vesile oluyor. Ben de öyle taşımaya başladım. Bir keresinde biz Fikret’le Meksika’da, galiba Mexico City’de ya da San Cristobal’da, hangi şehrinde hatırlamıyorum, ikimiz rakı içmeye başlamıştık. Hakikaten otuz, otuz beş kişi falan olmuştuk orada. Diğerleri tadımcı yancıydı. Eh, bir süre sonra rakı bitti ve başka içkilerle devam etmek durumunda kaldık ama rakının birleştirici yanı üzerine konuşacak çok şey var.
Şimdi çoluğa çocuğa karıştığım için eskisi kadar gezemiyorum ama tabii ki fırsat oldukça yanımda rakıyla dolaşıyorum. En son Sri Lanka’da içmiştim mesela, sayılır mı bilmiyorum. Herhalde sayılır, daha ne sayılsın. (Gülüyor)
Feridun Nadir anlattıkça kendi yaptığım rakılı geziler düştü aklıma. Tam şu korona belası geçse de valizin mahrem yerlerinde rakıyla düşsem yola diye geçiriyordum içimden ki, Sri Lanka’yı duyunca irkildim birden. Feridun Nadir bu konuda pirimiz olacak kerteye erişmiş de Sri Lanka sayılır mı diye soruyor bir de. Altta kalmak olmaz hissiyatıyla kontur yapayım istedim. Hazır karavana olan zaafını da biliyorum bencileyin, konuya oradan girdim. "Feridun, rakı en iyi karavanla yapılan seyahatlerde içiliyor" deyip usulca geri çekildim.
Tahmin ediyorum. Valla biraz da senin gazınla inşallah ben de karavancı olacağım.
Sevgili okurlar; sahil kenarına park etmiş, ufka bakıp demlenen iki geveze karavancı görürseniz bu yaz, bir yoklayın derim bu cevap üzerine, belki birlikte hasbihal ederiz. Çilingirdeki yer kapasitesi yürek kadardır "netekim".
Tanımayanların da anlamış olabileceği gibi Feridun Nadir kültürlü bir rakı sever. Daha doğrusu, rakının kültürünü sever. Ehlikeyif olmanın hazzını yakalamış ve o damarı bırakmak istemiyor. BirGün’deki yazılarını topladığı Rakı Felsefesine Giriş kitabında “Ehlikeyif düzen arabasının hız kasisidir” diyor mesela. İlk başta çok kolay yapılabilirmiş gibi gelen bu tespit aslında derin manalara giriş işlevi görüyor. "İnşallah sayımız artarsa çivili bariyer olacağız’’ diye tamamladığı cümlesini koy önüne, en az iki dublelik vakit kadar düşünürsün. Rakı ve felsefeyi usul usul birleştirmiş, imbiğinden geçirmiş ve sunumunu yapan bir şahsiyeti görünce ehlikeyif olmak ne demek, rakı neye tekabül ediyor şu hayatta gibi kavramsal meselelere sapıyor sohbet haliyle.
Hız kasisi meselesini biraz açsana.
Şimdi burada şu çok önemli bence; tekrar etmeyeceğim ama hepimizin koşturduğu bir hayat bu. Mümkün olduğu kadar dışında kaldığımız bir hayat. Burada kendimize, keyfimize, nefsimize ayırdığımız zamana biraz hürmet etmek gerekiyor. O zamanın biraz kıymetini bilmek gerekiyor ve maalesef bunun eşlikçileri ne içkiler, ne de trenler. Bunun eşlikçileri şiir, edebiyat, sinema. Bunun eşlikçileri de hızlı şeyler oldular mı, işin tadı kaçıyor. Yani ben şimdi nefsime hürmet ederken, ki bu laf Mesut Ergün kardeşime aittir, nefsime hürmet ederken neden hızlı davranayım. Bari orada biraz rahat olayım ki geri kalana da bu penetre edebilsin. Yani bira, votka, viski ki bu içkilerle bir problemim yok, zaman zaman ben de içiyorum onları ama, onların vadettiği de günlük hayatta zaten bulunan tempo. Rakı burada ‘’bir dur’’ diyor. O “bir dur” deyişi, kasisi oluşturan şey bence. Bu da tabii ki kıymetli bir şey. Bir durmamız lazım. Çok koşturuyoruz hepimiz. Hiç değilse nefsimize hürmet için durmamız lazım.
Nefsine hürmet etmek! Ne güzel bir betimleme değil mi? Durup düşünmek, yavaş yavaş kımıldamak, dost meclislerinde hasbihal eylemek, yani durmak bu işe yarıyormuş. İmrendim gerçekten, böyle güzel bir tanımlama yapamazdım açıkçası. Korona günlerinde insanlar ister istemez durmak zorunda kaldılar. Bu süreyi nefislerimize hürmet ederek geçirsek bari. Geçtiğimiz günlerde Psikiyatrist Cemal Dindar da, korona günlerinde evde kalma zorunluluğunu, evi yuva yapmaya yönelik bir fırsat olarak değerlendirmenin kıymetinden bahsetmişti sosyal medyada. Örtüşüyor bir bakıma bu benzetmeler.
Buradan Mesut Ergün’e de bir selam çakıp bağlamı dağıtmadan, rakının uzun saatler boyunca bir masa etrafında oturularak içilen ender içkilerden olduğundan ve bunun hayatımızdaki ritüellerinden bahsettiğimiz kısma geçeyim artık.
Latinleri örnek veriyorum uzun yemek ve içki konusunda. Hemen sözü alıp, porron’u anlatmaya başlıyor kibirsizce.
Bir de bak bu Latinler dediğin, Katalanların şarap içmesini bizim rakı içmemize çok benzetirim. Ama porron’la. Porron’un ne olduğunu biliyor musun? Aşağıda var bir tane (alt katı kastediyor). Gugıllarsa bizi okuyanlar kolayca bulurlar. Bu böyle hunili bir sürahi. Ortaya konuluyor, içine de sofra şarabı konuluyor. İçine böyle ne bileyim, bilmem ne rezerve şarabı değil de, bakkaldan bidonla, kiloyla aldığın sofra şarabı konuluyor. Yine rakı sofrasına benzer bir sofra kuruluyor ve saatlerce içiliyor o porron’dan. Porron havaya kaldırılıyor, ağıza dökülüyor. Mesela o da başka türlü bir eşitlik sağlıyor masaya. Kimin ne kadar içtiği belli olmuyor. Ahmet şu kadar içti, Hasan bu kadar içti, rakam yok. Sürahi boşaldıkça doluyor; hep beraber içiliyor, saatlerce oturuluyor. Ben mesela en çok bunu benzetirim rakı sofrasına. Daha da benzettiğim çok az şey var. Yani uzo falan var ama onlar zaten rakı sofrası sonuçta.
Porron’u ilk defa duymanın verdiği hevesle anında gugılladım elbet. Çok keyifliymiş; bakmanızı tavsiye ederim. Çok güzel eğlenen insanların masalarından onlarca video var. Bunun içine rakı koyup denemek iddialı olabilir. Adaba da ters düşebilir belki diye takılıyorum. Zira derdim başka. Konuyu rakı adabına getirmeye çalışıyorum. Daha doğrusu adapçılara. Ben bu rakı adapçılarının rakı nasıl içilir yollu kurallarına baktığımda bazen kendimi kaybediyorum. Çoğu sıkıyönetim komutanlığı bildirisi gibi. Geçenlerde bir tanesinde, ‘’rakı içerken serçe parmak kaldırılmaz’’ maddesine bile denk geldim.
Var mı bu işin bir adabı sana göre?
Valla o kadar zor ki bunu cevaplamak. Her işin adabı var bir kere. Kimseye zarar vermeyeceksin. Her işin adabı budur. Yani kimseye zarar vermediğin sürece istersen rakının içine kola koy, bira bardağında iç, ne yaparsan yap ama neticede tabii ki adabı ikiye ayırmak lazım. Birincisi, kendiliğinden olan, hani bu işin doğrusu nedir kardeşim? Tabii ki suyla karıştır iç. Kırk beş derece içkiyi bence sek içme yani. Su katınca tadı da güzelleşiyor, değişiyor ama bunların hepsinde bence parantezi var. E bir de bunu soğuk iç tabii. Bunu söylerken bile aklıma başka örnekler geliyor. Yazılarımın birinde de sanırım bahsetmiştim. Bizim bir abimiz vardı, Esat’ta seksenlerde kokoreççiydi. Mangalın üzerine çay bardağında rakı koyardı. Ilık içerdi ve çok iddialıydı bunun böyle içildiğine dair ve adam nasıl bir rakı erbabıydı, seni beni cebinden çıkarır. Haydi buyur bakalım. Şimdi adama ne diyeceğiz, sen rakı içemiyorsun mu diyeceğiz? Bunun adabı senin yakıştırman. Rakı bizim yakıştırdığımız şekilde içilir. Ama hani benim sevdiğim, işte ne bileyim soğuk içmek. Mesela ben karnımı doyuramam rakıyla, öyle bir leblebiyle bir ufak da içmem, ama hakikaten ben yemekle hiçbir şey içemem. Yavaş yavaş kenardan götürürüm (gülüyor) ama bunlar kişisel şeyler. Şunu da itiraf edeyim; bu adapçılar da beni eğlendirmiyor değiller. Bir de şu komik oluyor, kimse inşallah alınmaz da; bir ortama girdiğinde üç sene her hafta rakı yazısı yazmış birisi olarak, bir guru muamelesi görüyorum bazen adapçı arkadaşlardan. Onlara sürekli anlatmaya çalışıyorum işin teknolojisine de çok hakim olmadığımı, öyle çok bir adap madap işinde de olmadığım; fakat onlar tabii bir kere beni üstat Feridun Nadir diye belledikleri için, böyle çok fena bir hayal kırıklığına uğruyorlar bir süre sonra. Hani benim şuh kahkahalarımı falan duyunca, “ulan ne oldu bizim üstada, gevşek gevşek rakı içiyor burada,” diyorlardır muhtemelen.
Bu adap meselesi biraz da edebiyatçıların başının altından çıktı sanırım. Yazar, çizer, şair taifesinin kahir ekseriyetinin rakı üzerine yazılmış kelamı olmasa bile hasbihali olmuş. Hal böyle olunca bir külliyattan bahsetmek mümkün. Ahmet Rasim’den Reşat Ekrem Koçu’ya, Mehmet Fuat’tan Refik Durbaş’a, oradan Feridun Nadir’e kadar uzanan bir iz var. Bira ve şarap için aynı şeyi söylemek zor. Hazır yakalamışım kitap sahibi bir dostumu, biraz yoklamadan bırakmadım elbet.
Edebiyatçıların ve edebiyatın bu rakıyla hemhal olma hali nereden geliyor?
Bence bu sorunun cevabı aidiyette yatıyor, çok kullanmakla ilgili değil. Mesela internet sitelerinde, bugün gazete mazete kalmadı da, ben eskiden internet işi yaparken daha bir gazeteye benzer şeyler vardı ortada ve bütün istatistiklerde şu ilgimi çekerdi. “Hangi gazeteyi okuyorsunuz?” sorularının cevabında ki opsiyonel sorular bunlar, zorunlu değil onları cevaplandırmak, ezici çoğunluk olarak Cumhuriyet çıkardı. Önce şöyle düşündüm ben, bu hani belgesel seyrediyorum, caz dinliyorum gibi bir şey, hani uyduruyorlar bunlar diye. Sonra şunu fark ettim, hayır uydurmuyorlar. Çünkü Hürriyet gazetesi okuyan birisi, Hürriyet gazetesi okuduğunu gururla söylemiyor, yani bunu bir kimlik olarak sahiplenmiyor; dolayısıyla o, o soruyu cevaplamayı önemsiz görüyor. Cumhuriyet gazetesi okuyan birisi bunu gururla söylemek istiyor ve o opsiyonel soruyu cevaplıyor. Velhasıl, rakı diğer içkiler kadar tüketiliyor ama bira içen erbap, bira içen edebiyatçı bira içtiğinden bahsetmekte bir beis görmüyor. Rakı içen buna önem atfettiği için, bunu hayatının bir parçası haline getirdiği için, bundan özellikle bahsediyor. Zaten demin söylediğimle de şöyle bir bağlantısı var; bira, votka, viski hayatın temposuna ayak uydurmuş, hayatı kolaylaştırmak üzere var olan şeyler. Rakı ise hayatı kolaylaştırmak gibi bir şeyi hiçbir zaman üstlenmiyor. Rakıda hayatın bir kopyası var zaten; rakı hayatla beraber yürüyor. Dolayısıyla bu, edebiyatçıların hayatının bir parçası belli ki. Bence bu yüzden; benim bulduğum cevap bu.
Bence güzel cevap, ama edebiyat faslında meyhaneyi de atlamamak lazım diye düşünenlerdenim.
Rakı hayatla beraber yürüyor derken aslında rakı mekanıyla da birlikte yürüyor. Çilingirleri kurduğumuz meyhanelerde ciddi dönüşümler var. Prestij kazanan mekanlara dönüşüyorlar gibi son yıllarda. Çok sevindirici olmakla birlikte, bir yandan da yine senin tabirinle meyhane mahalleleri her tarafta biter hale geldi. Bu bir tezat oluşturuyor mu, böyle bir evrim gerçekten var mı, meyhane prestij kazanıyorsa meyhane mahallelerinde neler oluyor, meyhanenin ruhuna uygun şeyler mi oluyor? Senin özellikle kavramsallaştırdığın da bir mesele bu; mahalle meyhanesi yerine meyhane mahalleleri. Bu durumu nasıl görüyorsun?
Şimdi insan bir konsere gitmek için, bir bara gitmek için, kulübe gitmek için yer değiştirir, zahmet eder buna. Bence zahmet etmesinde bir beis yok, ama rakının mahalleye ait bir şey olması gerekiyor. Meyhanenin eve giderken iki tek atılan bir yer olması gerekiyor. Rakının herkesin girdiği, çıktığı, birbirini tanıdığı bir yerde içilmesi gerekiyor. Her mahallenin nasıl bir okulu var, efendim berberi var; bir de meyhanesi olsa, orada zaten bu hani içkiye kötü atfedilen şeylerin olmasına da mahalleli izin vermez. O meyhane zaten yaşayamaz orada maraz çıkarsa. O barba, o meyhaneyi işleten insan mahallenin bir parçası olursa, muhabbetin bir parçası olursa ki eskiden hep böyleymiş, Yunanistan’da zaten bugün de hep böyle, o zaman bir tadı olur. Ama şimdi ne var? Belli yerlere yığılmış durumda bunlar, yan yana, yan yana, yan yana. Meyhaneye gitmek için o meyhane mahallelerinden birine gidiliyor. Ne oluyor? Birincisi, bir örnek meze yeniliyor. Allah aşkına, o mezelerden bir zevk alıyor musun yani? Hepsi aynı yerden çıkmış şeyler. Benim dokuz yaşında oğlum bile bir yerde özel bir çiğ köfteciye gitmiş, annesine demiş ki, “Anne bak, o zincir çiğ köfteci gibi koca koca balyalar halinde yapmıyorlar”. İnsan bir şeyi o kadar çok yapınca güzel yapamaz ki. Bu, meyhane için de böyle yani. Keşke mahallede aile işletmeleri olsa, ki şimdi bir umut sanki oluyor böyle şeyler. Mahalle meyhanesi bunun için kıymetli. Prestij konusu bundan daha önce geldi çok şükür. Şu anda meyhaneler bayağı prestijli yerler. O eski düşük hallerinden galiba eser kalmadı. Benim görebildiğim kadarıyla kalmadı.
Bununla paralel seyreden bir şey daha var. Yazın alanında da daha önceki yıllara nazaran bir zenginleşme fark ediliyor. Biliyorum ki sen de yakından takip ediyorsun. Bunun bir karşılığının olması da sevindirici. Örneğin Murat Meriç’in son kitabı Hayat Dudaklarda Mey’in okur nezdinde de bir karşılık bulması, elbette bir rakı kitabı değil tek başına ama, benzer kitapların çıkması, Rakı Kitabı’nın, Rakı Ansiklopedisi’nin çıkması aynı zamanda kültürün tekrar yeşerdiğine, farklı kanalları zorladığına dair bir emare gibi geliyor bana dışarıdan baktığımda.
Hiç kuşkusuz. Orada Murat Meriç’in kitabının diğerlerinden senin de bahsettiğin gibi bir parça farkı var. Ben onu çok önemsiyorum. Diğerleri, yani Rakı Kitabı, Rakı Ansiklopedisi, Rakı Gastronomisi kitapları, bunun gibi kitaplar ya da rahmetli Vefa Abi’nin Biz Rakı İçeriz ya da Adabıyla Rakı Sofrası kitabı gibileri doğrudan rakı kültürüyle, rakının kendisiyle ilgili kitaplardı. Murat Meriç’se kitabında başka bir şey yaptı. Feridun Nadir’in yazılarındaki gibi yaptı. Rakı sohbetinden yola çıkarak rakı şarkıları yazdı. O şarkıların pek çoğunda rakı adı geçmiyor, ama onlar, hepimiz biliyoruz ki, rakı şarkıları. Bence bu daha doğru bir şey. Bir de sadece bu da değil; hikayelerde, filmlerde, şarkılarda değişik bir halde rakının tekrar gündemde olduğunu düşünüyorum. Yani şöyle; Cem Yılmaz’ın “hayde gidelum” deyip de rakı içmesiyle Vesikalı Yarim’de rakı içilmesi arasında dağlar kadar fark var. Vesikalı Yarim’i haşa aşağıladığımdan değil; bu hayatta en sevdiğim filmlerden birisidir kendisi. Çok güzel rakı sözleri vardır içinde, ama o biraz erkek ve arkaik bir hal artık. Ama Cem Yılmaz’ın o Hayde’deki rakı muhabbeti işte bizim tarif ettiğimiz, özlediğimiz, doğru olan, güzel olan, güncel olan versiyonu ve bu da hiç az değil bence.
Adaptı, edebiyattı, meyhaneydi deyip derinleşmişken, bir kaygımı paylaşarak sürdüreyim istiyorum sohbeti. Şimdi efendim, bendeniz rakının son yıllardaki kalite artışını olumlu bulmakla birlikte rakı üreticilerinin pazarlama argümanlarını ve yaratmaya çalıştıkları algıyı rakının kadim tarihinin merceğinden baktığımda, riskli buluyorum. Şöyle ki, rakı bir halk içkisidir. Toplum katmanları arasında dolaştıkça karakterinde, içeriğinde bir değişiklik olmaz. Patron masasındaki rakıyla işçinin rakısı farklı olmaz. Bu özelliğiyle masanın yatay kesenidir rakı. Şarap viski ya da bira gibi değildir. Masada rakılık üzümün rekoltesi falan konuşulmaz; doğrudan hayat paylaşılır. Ancak son yıllarda elli filtrasyon, üç distile, göbek rakısı vs. derken çilingirlerde rakı konuşulur oldu bir hayli. Bir yandan aşırı pahalı olması nedeniyle erişilemezken, bir yandan da bu tip girişimler rakıyı soylulaştırma çabası gibi geliyor bana.
Rakının soylulaştırılması gibi bir durum var mı sence?
Valla Grand Korçi, bu söylediğin çok kritik, on numara bir tespit hakikaten. Benim de çok sık düşündüğüm bir konu. Çok da uzun bir konu. Senin de çok iyi bildiğin bir konu. Ben fikrimi kısa anlatmaya çalışayım. Çünkü hakikaten çok uzun bir konu bu ve sebepleri biraz sofistike. Şimdi bir kere, sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; böyle bir korkum yok. Bence rakı bunları aşacaktır, geçecektir. Bugüne kadar da gayet iyi götürdü. Hani onun göbeği, bunun sekiz distilesi gibi muhabbetler var. İnsanlar önceden beri rakı konuşmayı severler, rakıdan anlıyor gibi görünmeyi severler. Rakı bir yandan şahane bir blöf alanıdır. “Yok şöyle içersen kafa yapmaz, böyle içersen iyidir, şuradan alırsan...” gibi efsaneler seksenlerde de bolca vardı. Sadece o efsaneler yer değiştirdi. Sohbetlerdeki işgalini ben bir gösterge olarak almıyorum. Ben sıradan rakının, soylulaşmakta olan rakıyı on-sıfır döveceğini de düşünüyorum ama olağanüstü zamanlar yaşıyoruz şu anda. Bir kere rakı benzeri içki mi diyordun sen? Senin güzel bir tabirin var. Bu rakı benzeri içki mevzu, yani işte etil alkole anason spreyi sıkıp bunu sunma hali, bunu rakı zannetme hali çok fena örseledi bu işi. Bu arada evde rakı yapmaya asla karşı değilim. Senin de karşı olmadığını biliyorum, fakat bu yanlış anlaşılmaya çok açık bir konu olduğu için bunun üzerine basa basa söylemekte fayda var. Evde rakı yapılsın tabii ki, fakat evde ‘rakı’ yapılsın. Bunun olmadığı kesin. Yani bu etil alkole anason esansı karıştırıp, beyazlaşan bir içki yapıyorlar. Bunu ucuza yapıyor insanlar. Bunu yaptıkları zaman, kaç liraysa işte yetmişlik rakı, o kadar parayı cebine koyup markete gittiğinde gözleri viski rafına kayıyor ya da hani pahalı diye bilinen, tırnak içinde Premium içkilere kayıyor. Çünkü evinde onu çok daha ucuza mal ettiğini düşünüyor, rakıyı ikame eden bir içkiyi. Hal böyle olunca rakıcılar da rakıya Premium bir hal kazandırma telaşına girdiler. İşin bir yanı bu bence. İkinci ve daha gıcık bir yanı da şu ki, diğer içkileri yapmıyorlar evde. Aslında o etil alkol olduğu gibi votka; kimse onun üzerine portakal suyu döküp votka-portakal diye içmiyor. Çünkü o zaman kendini tuvalet ispirtosu içiyormuş gibi hissediyor. Bunu kendine yakıştıramıyor. Ama ona iki tane kesmeşeker, birazcık anason yağı, biraz bilmem ne kattığında, bunları belirli ölçülerde yaptığında bir imalatta bulunuyormuş hissine kapılıyor. Bence bu hazin bir durum ve bu da tabii rakının damak tadını örseliyor. Geçecektir, çok uzun sürmeyecektir, rakı galip çıkacaktır bundan diye düşünüyorum, ama rakıyı soylulaştırma teşebbüslerinin altında bütün bunların da olduğunu düşünüyorum.
Bir yandan da aşırı vergiler hakikaten erişilmez kılıyor rakıyı. Ne demek lazım insanlara? “Yapmayın evde anason esansıyla, sağlık ve nefaset açısından risk alıyorsunuz” mu? Evet bu bir tespit, ama ben de kendi adıma somut olarak ne demek lazım geldiğini kesin köşeli cümlelerle kuramıyorum.
Bir kere, bunu deneyecek yeterince ortam var. Bir sürü arkadaşım yapıyor. Onlara ne diyebiliyorum ki? Ben onlara iki şey diyebilirim: Bir, beni bulaştırmayın; iki, buna rakı demeyin; ama bunu da propaganda kapsamında yapıyorum sadece. Bu bir çaresizlik; bu gerçekten devletin sorumluluğunda olması gereken bir şey. Bir de bunun muhafazakarlıkla, dini inançla ilgisi olduğunu da zannetmiyorum. Osmanlı bilgim çok yok, isimlerini karıştırabileceğim için söylemeyeyim ama Osmanlı’da içkiyi yasaklayan padişah en seküler olanlarından birisi. Osmanlı’da içkiyi serbest bırakan da en sofu olanlarından birisi. Birinci mecliste ilk alkol yasağı geldi Türkiye’de. Tamam; Atatürk o esnada olay yerinde değildi ama fark etmez. Bunlar gerçekten devletin de kayba uğradığı olaylar. Biliyorsun; vaktinde Recep Peker’le Fahrettin Kerim’in çekişmesi bu. İki aşırı sağ eğilimli yönetici çekişti ve çok şükür Recep Peker kazandı. Hem devlet vergisini doğru düzgün kazandı; hem insanlar saçma sapan risklere vesairelere girmekten kurtuldular. Çünkü içki yasaklanabilir bir şey değil. Hiçbir zaman olmamış. Bunu herkes biliyor.
Tam bu günlerde aynı zamanda başka bir politik hatta da tekabül ediyor bana göre rakıdan, içkiden konuşmak, yazmak, dillendirmek. TRT’den diğer yayın organlarına kadar alkolün a’sının, öpüşmenin ö’sünün, sevişmenin s’sinin dönmediği bu dönemde alttan alta bir şeyler oluyor. Rakı ve kültürü daha görünür oluyor ve politikleşiyor. Nasıl oldu da oldu bu? Rakı nasıl bu kadar politik bir mevziye girdi?
Edebiyatta nasıl bir sembolse, burada da öyle. Yani, rakıyı seçip söylüyorlar. Atatürk’e laf etmek için de rakıyı seçiyorlar. Rakı demeyi içki demeye tercih ediyorlar. Edebiyatta nasıl rakının adı çıkıyorsa ve biranın çıkmıyorsa, burada da sembolik yapısından dolayı rakının adı öne çıkıyor. Bunun herhangi birisi için hayırlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Rakının, ben de rakı diyeyim, içki demeyeyim; rakının içinden kültürü alırsak geriye uyuşturucu kalır ve uyuşturucu kullanılması da kimsenin işine gelmez. Hiç kimse de kendi mahallesini azade görmesin. Hepimiz biliyoruz ki her mahallede rakı içiliyor.
Feridun Nadir’in sevdiğim tespitlerinden birisidir bu; rakının içinden kültürü alırsanız geriye uyuşturucu kalır. Rakı ve kültür; rakı ve balık gibi ayrı ama bileşik kavramlar. Bunların görünür olması da sevindirici elbette. Üstelik Feridun Nadir bu görünürlüğü artırmak için röportaj günü, şahane bir balığın üstünde, elde kadehler deryalara dalan kadınlı erkekli deseni olan bir tişört giymiş de geçmiş bilgisayar başına.
Rakı bardakları, posterler, ehlikeyifler vb. tasarım objeleriyle son günlerde daha fazla karşılaşmamızın rakının kültürüyle alakası olup olmadığını belki de sosyologlara bırakmalıyım. Zira gün guruba dönmek üzere ve vakti kerahet yaklaşıyor. Zihnimin kenarında önümdeki işlerle, “bırak bu işleri, doğru çilingire” fikriyatı cenk halinde. Onun da etkisiyle olacak sanırım, tembellik ve rakıyı soruyorum sona doğru.
Çalışma denilen şey, tatil denilen şey nedir? Çalışma icat edildiği için tatil icat edilmiş. Yoksa şu çalışmak sayılmıyor; günlük işlerini yapmak vs. Tembellik de bu çalışma mevzuna karşı çıkma hali aslında. Yoksa tembellikten yana olup da çamaşırlarımızı yıkamayalım, evimizi temizlemeyelim demiyorum. Bize sunulduğu haliyle çalışmama haline tembellik denilir bir miktar. Bir miktar da yatma haline denir. Tembellik politik ve faydalı bir şeydir. Çalışkanlıksa tam tersi. Mesela şunu gözlemişsindir sen de; çalışkanlıktan dolayı insanlar kendi işlerini yapamaz haldeler. Evlerini başkalarına temizletiyorlar, ne bileyim yemek söylüyorlar. Orada bir zen var bulaşık yıkamakta, evini temizlemekte. Tembelliğin bir parçası onlar da. Böyle söylemiş olayım son olarak. Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim kırk beş dakikaya yaklaşan söyleşi için. Son olarak şunu sorayım; Feridun Nadir’i sahalarda görecek miyiz bundan sonra, yoksa bana mı bıraktın müstear ortamını?
Sahalar şimdilik sana emanet Grand Korçi. Belli olmaz, belki de bir zaman bir yerden kafasını çıkarıverir Feridun Nadir, göreceğiz. Bilmiyorum, hakikaten bilmiyorum.
Grand Korçi Kimdir?
Grand Korçi İstanbul’da dünyaya geldi, haliyle birtakım okullarda okudu ve kimya mühendisi oldu. Akademiden kopmamak ve askerlik vecibesini ertelemek için iki ayrı yüksek lisans yaparak bir süre hem mühendislik yaptı hem de keyif çattı. O dönemlerde fotoğraf ve sinemaya olan ilgisi nedeniyle mühendisliği bıraktı ama bu alanlarda tutunamayarak eğitimini aldığı mesleğine geri döndü. Haliyle birtakım işlerde çalıştı. Alkollü içki sektörüne yönelik gerçekleştirdiği çalışmalar sırasında ve sonrasında alkolün üretimi, kültürü ve tarihine yönelik ilgisi giderek arttı. Hobileri arasında golf, modern dans, yoga hiçbir zaman yer almadı ancak ‘’kişisel gelişim yolculuğunu’’ bir çilingir müdavimi olarak sürdürüyor. Halihazırda bu çilingirlerde yeşerip hayata geçen işlerine cilingirsohbetleri.com adresinde yer veriyor.
Bodrum’un yaz kış açık mekanı: Mezemore 18 Ağustos 2024
Foçalı Selki’lerin diyarından iki mekan: Fokai ve Letafet 30 Haziran 2024
Küçükkuyu’nun lezzet durağı: Yengeç Restoran 02 Haziran 2024
Üsküdar’da bir mahalle meyhanesi: Şadırvan 07 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI