YAZARLAR

#Evde kal!

Zaten sinir krizinin eşiğindeydik, şimdiyse tarifsiz bir çıldırmanın, zıvanadan çıkmışlığın, kontrollüymüş gibi görünen çığrından çıkmışlığın tam içindeyiz. Artık gelecek hayal edemiyorum. Belirsizlik, belirlenebilir olanın imkanını da verir. Oysa bu yaşadığımıza kaos bile diyemiyorum. Gezegenin insan denen canlı türünün yıkıcılığına karşı kendi korumaya aldığını düşünmeden edemiyorum. Yarattığımız kaosun tozu dumanı gözümüze kaçtı. Artık görmüyoruz…

Toz zerresinden bile küçük bir canlı organizmanın bütün hayat bilgimizi, alışkanlıklarımızı, yaşamımızın bilindik akışını alt üst ettiği şu günlerin zihnimde yarattığı çağrışımları sizlerle paylaşayım istedim bugün. İşe gitmek zorunda olmayan risk grubu içindeki çoğumuz gibi ben de evdeyim. Evde kalanlardanım yani. Ailemin ben dahil her bir ferdi, farklı nedenlerle risk grubu içinde tanımlanıyor. O yüzden ailecek evdeyiz.

Evden çıkamamak, evi kavrayış tarzımızı da silkeleyip dağıtıyor. Ev güvenli; ev rahat; ev sıcak; ev yuva… İçine doğduğumuz, içinde doyduğumuz, her sırrımızı dört duvarı içine gömdüğümüz, bize ait olan, hem de olmayan, salt bir mekan olmaktan öteye geçen, katman katman anlam yüklü ev… İlk bakışta, dışarıyı daha da tekinsiz kılan, evin “yuva”, evin sığınak olma halini güçlü biçimde vurguluyor bu korona hapsi. Virüsün kol gezdiği tehlikeli dışarısı karşısında virüsten korunağımız evimiz. Bu ikiliğin anlamını pekiştiren şeylerden birisi, evin kendimiz olabildiğimiz biricik mekan olması. En doğal hallerimize, evlerimizin içinde bürünüyoruz. Oysa dışarısı, türlü türlü sosyalleşmenin, yabancı olanla, farklı olanla karşılaşmaların yeri. Heyecan verici olduğu kadar, bizi baskılayan, zorunluluklarıyla birlikte gelen sosyalleşmeleri dışarıda deneyimliyoruz. Evi güvenli kılan şeylerden biri, tanıdık olanı, aşina olduğumuz her şeyi temsil ediyor olması. Evin doğallığı karşısında dışarısının yapaylığı; evin aşinalığı karşısında dışarısının yabancılığı; evin rahatlığı karşısında dışarısının sosyalleşme baskısı…

Bütün bu basit ikilikler ima ettiklerinden daha karmaşık olmasa, eve sığınanların evden asla çıkmak istemedikleri bir yaşam imgesine ikna olabilirdik. Ancak ne yazık ki bu dünyadaki her şey gibi dilimizde kurduğumuz, pratikte inandığımız bu ikilikler de pek çok farklı karşıtlığın müdahalesiyle saflığını yitiriyor. Tam da içerisiyle dışarısı arasındaki sınırların bu müdahaleye açıklıkla kristalleşememesi, geçirgenliği, bulanıklığı sayesinde yuva olarak ev imgesi pekişir. Ev ile dışarısı arasındaki gidiş gelişlerimiz, mekanların birbirleriyle sürekliliği kadar farklarını da kurar. Deneyimler iç içe geçer.

Oysa “evde kal” gibi bir komutla birlikte, içerisiyle dışarısının birbirlerinden katı biçimde ayrıştırılması talep ediliyor. Sınırların geçirgenliğinin askıya alınması bekleniyor. İkilikler keskinleşmelidir ki evde kalabilelim. Oysa tam da bu nedenle ev olumlu yüklemlerinden sıyrılmaya başlıyor bence. Evde kalmak, virüsün bize reva gördüğü bir hapis cezasına eşdeğer hale geliyor. Sonuçta, ev hapishane oluyor bizim için. Evi ne kadar severseniz sevin, eviniz yuva da olsa dört duvarın kısıtları çok daha açık hale geliyor evde kalmak bir zorunluluk olduğunda.

Ev güvenli olsa da özgürlük adına bize vaat ettikleri çok sınırlı örneğin. Ev içinde üzerinizde pijamalarınızla yayılarak oturma özgürlüğünüz olabilir, ama dört duvarla sınırlı bir mekan, pek çok arzunuzu gerçekleştirebilmenizin önünde gerçek bir engel haline gelebilir. Ufka bakma arzunuz mesela… Kalabalık bir kentte yaşadığınızda camdan görüp göreceğiniz ne ise onunla yetinmek zorunda kalırsınız. Şanslıysanız, önünüzü kapayan bir beton yığını yoksa, belki birkaç ağaç, azıcık toprak, üç beş çiçek (o da çoğunlukla saksıda) görebilirsiniz. Ama işte o kadar. Elbette çok zenginseniz, manzaranızı özelleştirme gücünüz olabilir. Sadece kendiniz için değil, başkaları için de görülecek olanın niteliğini belirleyebilme gücü bu tabii. Evde yalnız değilseniz, yakın ilişkilerin dayattığı normlarla arzularınız arasında bir denge kurmak zorundasınız. Bu dengeyi kuramadığınızda ev sizi kabul etmez. Ev size dar gelir. Bu dengeyi kurmak, şiddete razı olmak anlamına geliyorsa hele, o zaman ev değil dışarısı güvenlidir. Ev işkence evi olur. Ev artık yuva değildir.

Şu korona günlerinde zihnim dönüp dönüp evden kaçarak şiddet çemberinden kurtulmak isteyen kadınlara, çocuklara takılıyor. Kendilerini içinde buldukları bu katmerlenmiş kabus benim de kabusum oluyor. Ev üzerine düşünürken kaçılamayacak bir uğrak bu.

Türlü türlü “ev” var. Hiçbiri bizimkine benzemiyor. Hepsi “yuva” değil. Hepsi sığınak değil. Evde hayat var demek kolay da ev denilen o mekanda yaşanılan nasıl bir hayat? Yalıtılmış yalnızlıklardan kuşatılmış yalnızlıklara, huzurlu kendine dönüşlerden huzursuz beraberliklere türlü türlü “ev hali”…

Zihnimi işgal eden korona imgelerinden biri de sokakların ıssızlığı… Arada zorunlu ihtiyaçlar için çıktığımda, kimseciklerin olmadığı sokakların tuhaf esintisi içimi ürpertiyor doğrusu. Birine rastladığımda, karşılıklı kaçamak, ürkek bakışlardan tedirgin oluyorum. Birbirimize korona virüsü kılığında göründüğümüze eminim. Hatta kendi kendimizden virüsün vücut bulmuş haliymişiz gibi nefret ettiğimiz, virüs-beni kolonyalara boğarak yok etme arzumuzu dizginleyemediğimiz bir çılgınlık anına dair hayaller üşüşüyor aklıma. Normalleri sevmem aslında. Yine de bu akıldışı hale karşı direnebileceğim normalleri tercih ederim.

Hele Türkiye, hele de Türkiye… Zaten sinir krizinin eşiğindeydik, şimdiyse tarifsiz bir çıldırmanın, zıvanadan çıkmışlığın, kontrollüymüş gibi görünen çığrından çıkmışlığın tam içindeyiz. Artık gelecek hayal edemiyorum. Belirsizlik, belirlenebilir olanın imkanını da verir. Oysa bu yaşadığımıza kaos bile diyemiyorum. Gezegenin insan denen canlı türünün yıkıcılığına karşı kendi korumaya aldığını düşünmeden edemiyorum. Yarattığımız kaosun tozu dumanı gözümüze kaçtı. Artık görmüyoruz…


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.