İyimserlik tutmadı, suçlamaya dönüş başladı
İktidarın korona kriziyle ilgili bir stratejisi olmadığı gayet açık. Yapılması gerekenler konusunda bilimin ve dünyadaki örneklerin gösterdiği yolun da izlenmediği görülüyor. Ekonomik krizden Suriye hezimetine, mülteci sorunundan tıkanan başkanlık sistemine kadar her konuda bildiğimiz, tanıdığımız davranış kalıpları yine yürürlükte.
Yeni korona virüs Çin’de ortaya çıktığında, hatta başka ülkelere de yayılmaya başladığında meseleyi önemsiz gösteren dayanaksız yorumlar yapan zevat, bugünlerde çok haklı tepkilere muhatap oluyor. Çabuk unutuldu belki ama bu "bilimsel" iddialı değerlendirmelerin, bunları kullanan sorunlu yayıncılığın siyasi ve ekonomik pencereden yapılmışları da hiç az değildi. Bunlar da yine "uzman" titri taşıyanlar veya doğrudan yönetim sorumluluğu üstlenenler tarafından dile getiriliyordu. Bazılarının hâlâ devam ettiği de söylenebilir. Çoğu rasyonel verilere dayanmayan, "bize bir şey olmaz", "biz virüsten güçlüyüz", "biz bize yeteriz" sözleri bu listeye yazılabilir. Bu sözlerin, "gen koruması" tezlerinden daha güçlü olduğunu gösteren veri yok. İleriye dönük olarak da "kolay atlatılacağı", "fırsatlar çıkacağı" iddiaları dile getirildi. Çin’in tedarik zincirinden kurtulmasıyla üretim üssü olmaktan söz açanlar oldu. Sadece sonuncu iddia açısından bile Çin'in beklenenden hızlı toparlanarak eldeki bulgura yönelebileceğine ilişkin işaretler bu tezi çürütüyor.
Açık sonuçlar ortaya çıkmadan önce, yakın ve uzak geleceğe ait potansiyel tehlikeler üzerine yapılan tahminler, yönetim sorumluluğu taşıyanlarca ekonomik ve politik önceliklere bağlı olarak hep iyimserliğe doğru bükülmeye çalışılır. "Panik çok zararlı" sloganı, olası tehlikenin öncesinde orantısız bir tepkinin oluşmasını önleme ve güven tesis etmek ya da sürdürmek maksatlı iyimserlik çarpıtmalarına vesile yapılabilir. Bunların bir noktaya kadar makul kabul edilir tarafları olabilir. Aslında insanların yaklaşmakta olan tehlikeler hakkında "merak etmeyin, bir şey olmaz" diyenlere daha çok kulak kabarttığı, araları sorunlu olsa bile böyle zamanlarda otoriteye daha çok yöneldikleri görülüyor. Çünkü herkesin endişeden kaçınmaya, basit önlemlerle bunu atlatabileceğine, bunun kendisi veya yöneticileri tarafından kontrol edilebileceğine inanmaya ihtiyacı var. Bu da iletişim alanını istismara açık hale getiriyor.
Kriz olasılığının veya kendisinin ilk hissedilmeye başlandığı anlarda resmi ağızlardaki iyimserlik takviyesi aşırı dozda uygulanıyor. Ancak süreç ilerlemeye başlayınca, bu takviyenin kimlere yönelik olduğu da ortaya çıkıyor. Salgın sayısal sonuçlar ve hayata etkileri açısından bariz hale geldikten sonra, Türkiye’deki yöneticilerin, devlet veya iktidar aklının, hadiseye nasıl yaklaştığı ortaya çıktı. Bakış açısı, sorunun ne olduğuyla çok ilgili değil ve ona göre şekillenmiyor. Ülkedeki herkesin etkileneceği her türden sorun, o sorunun insanları nasıl etkileyeceği önceliğiyle değil, o etkilenmenin –ekonomik, toplumsal, siyasi ve hatta kültürel- mevcut düzen, sistem ve iktidarı nasıl etkileyeceğini hesaplayan kaygılarla ele alınıyor. Yani iyimserlik takviyesi, hakim düzenin ve iktidardakilerin geçmekte oldukları mezarlıkta, kendi korkularını yatıştırmak için çaldıkları ıslık.
Önüne gelen her meseleyi, büyüme istidadındaki sorunları, hele bunların ciddi tepkiler üretme olasılığını, daima kendisi için bir beka davası olarak gören güvenlik devleti refleksi, bu ülke için çok yeni değil. Son elli yılda sağlık, eğitim gibi en temel kamusal hizmet alanlarını zayıflatan uygulamalar ve her şeyi kişisel sorumluluk haline getiren tutum değişikliğini de bütün dünya ile birlikte yaşadık. Fakat Türkiye’nin son yıllarda daha da belirginleşen özgün deneyimi; AKP iktidarının sorunlarla kurduğu ve herkesi zorladığı ilişki biçimi. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu her sorunda yönetenlerin hiçbir sorumluluğu olmadığı, hatta bazılarının onları zora sokmak için dışarıdan geldiği ve hainlerce desteklendiği, böyle bir sorumluluk imasının bile meseleyi siyasileştiren düşmanca bir tutum olduğu anlatıldı. Bütün meseleler siyasi olarak ele alındı ve buna uygun bir iletişim stratejisiyle "idare edildi". Bu strateji şeffaflıktan uzak bir kapalılık kadar, dikkati başkaları üzerine aktarma esasına dayanıyor.
İktidarın korona kriziyle ilgili bir stratejisi olmadığı gayet açık. Yapılması gerekenler konusunda bilimin ve dünyadaki örneklerin gösterdiği yolun da izlenmediği görülüyor. Ekonomik krizden Suriye hezimetine, mülteci sorunundan tıkanan başkanlık sistemine kadar her konuda bildiğimiz, tanıdığımız davranış kalıpları yine yürürlükte. Mesele hızla siyasi alana çekiliyor ve hazırdaki iletişim stratejisiyle karşılanmaya çalışılıyor. Ancak hem vakanın özelliğinden hem de bu iletişim yöntemlerinin hayli eskimiş olması dolayısıyla bunun pek işlemediğine tanık oluyoruz. Salgın mücadelesi ve yarattığı ekonomik sorunlar halledilemediği gibi iktidarı korumaya dönük bütün hamleler –bazıları utandırıcı olabilen- kazalara uğruyor. Çılgın proje ihalesinden birkaç gün sonra İBAN numarası vererek yardım kampanyası başlatmak, her şeyin kararını veren Cumhurbaşkanı’nın kendi sarayındaki VIP Cuma namazından habersiz olduğunu iddia etmek gibi.
İktidarın korona krizini idare etmek için yürürlüğe koyduğu iletişim stratejisinin, kendi taban dinamiklerine yönelen kısmında da sıkıntılı görünümler var. Medya ombudsmanı Faruk Bildirici’nin kişisel sitesindeki "kutuplaştıran yazarlar tablosu" yazısı (https://farukbildirici.com/blog/detay/Kutuplastiran-yazarlar-tablosuna-degerli-katkilar) işin medya tarafına ilişkin örnekler veriyor. Bildirici’nin örnekleri, iktidar tabanını "biz ve onlar" reflekslerine çağıran siyasetçilerin tutumlarıyla örtüşüyor. İçişleri Bakanlığı’nın yardım kampanyası başlatan yerel yönetimlerin engellenmesi için valiliklere yazı yazması bir örnek. Hükümetten destek isteyen belediyelere "biz verelim, siz yaptık deyin öğle mi?" diye soran AKP milletvekili de bir başkası. Bunlara karşılık, konuyla ilgili her türden "keyif kaçırıcı" eleştiri ve değerlendirmenin meseleyi siyasileştirme olarak sunulması da hayli sevimsiz bir sertliğe doğru tırmanıyor.
Henüz iktidarın resmi sözcülerinin ağzından duyulmamış olsa da, iktidara yakın kesimlerde ekonomik kayıplara ilişkin yeterli önlem üretilememesinin bahanesi olarak, 7 yıl önce Gezi protestolarında –tamamen afaki- uğranılan zararlardan bahsedildiği görülüyor. İktidarın destek çemberinde, iyimser iddiaları güçlendirmek yerine kötümser ihtimalleri öne sürenlere laf yetiştirme ve hatta etiketleme çabası öne çıkıyor. Bu konuda bazı bilim kurulu üyelerinin de aktif rol aldığı veya buna zorlandığı izleniyor. Bütün ülkelerin yaşanacak ekonomik sorunlara cevap kapasitesi rakamlara yansımışken, "ona yardım ettik, buna yardım ettik" iddiaları dolaşıma giriyor. Bütün dünya çökerken güçlü kalan ülkeden rahatsız olan muhalefetten söz açılıyor. İktidarı eleştirmek soruşturmaları da "zorunlu olmadıkça yapılmaması gerekenler" listesine bir türlü giremiyor. Suçlananlar, gözaltı yapan polisler, ifade alan savcılar "sosyal mesafeyi" ihlal etmeye zorlanıyor.