YAZARLAR

Evde tek başına

65 yaş üstü ve 20 yaş altı nüfus için evden çıkma yasağı getiriliyor, vatandaşa evde kalması tavsiye ediliyor. Ancak yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan, geçimini günü gününe sağlayan yüz binlerce insana evde kalması için hiçbir maddi destek sağlanmıyor. Bir yandan da üretimin devam etmesinin ülke için bir zorunluluk olduğunun altı çiziliyor.

Devletin ortaya çıkışını toplum sözleşmesiyle açıklayan düşünürlerden Thomas Hobbes, egemenin gücünün kaynağını, bir kaos ve savaş hali olan doğa durumundan çıkışın var kalabilmenin tek olası yolu olduğunu idrak eden bireylerin iradesine dayandırır. Hobbes için doğa durumu, devletin bir kurum olarak yokluğuna yani kural koyan ve onu dayatan bir güç odağının bulunmadığı, herkesin kendinde gördüğü gücü kendi koyduğu kurallara göre dilediğince uyguladığı bir kargaşa haline işaret eder. Bu kargaşa halinde, her birey tek başınadır. Kişiler bir araya geldiğinde kalabalıktan başka bir şey ifade etmezler. Çünkü bir başkasına karşı sorumlulukları yoktur. Sadece kendilerini düşünmekle yükümlüdürler. Ancak o an barış içinde yaşıyor olsa bile, savaşın kaçınılmaz olduğunu idrak edecek kadar da rasyoneldirler. Bu nedenle, haklarını karşılıklı olarak bir üçüncü kişiye devrettikleri bir sözleşme yaparlar ve kendilerini bir ortak erkin buyruğuna sokmaları gerektiğini kavrarlar.

Hobbes’un kuramında yurttaş ya da halk olarak insanların varlığı, ancak bu egemenin ortaya çıkışıyla mümkündür. Başka bir deyişle egemen, yani devlet olmadan halk da siyasal birliğini egemenin kişiliğinde bulan yurttaş da var olamaz. Ne var ki mutlak monarşinin kuramcısı olarak bilinen Hobbes’a göre egemenin sözleşmeyle bütün erklerini ona devreden ve bu yolla yurttaş olan bireylere karşı bir sorumluluğu bulunmaz. Çünkü bireysel erklerin bir egemene devredilmesi, bir tarafında egemenin bulunduğu iki taraflı bir sözleşmeye dayanmaz: Egemen gerçekte bu sözleşmenin bir tarafı değildir ve bir araya gelerek erklerinden feragat eden, egemeni oluşturan kalabalığa karşı herhangi bir yükümlülük taşımaz. Ancak bu, onun uyruklarına karşı adaletsiz ya da düşmanca davranacağı anlamına gelmez. Tek kişinin egemenliği ve diğerlerine karşı bu mutlak egemenlikten gelen üstünlüğü, onu hiç kimseye kötü davranmasını gerektirmeyecek bir duruma sokmuştur. 17. yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes’un kuramında egemen, yani ölümlü Tanrı, her şeye sahiptir, kimseyle rekabete ihtiyacı yoktur. Bu sebeple de elinde savaşın ve adaletin kılıcını birlikte tutar.

Yine toplum sözleşmesi kuramına bağlı bir İngiliz düşünür olan John Locke ise, yaşadığı dönem itibariyle mutlak monarşinin değil, anayasal monarşinin savunucusu olarak karşımıza çıkar. Hobbes’un aksine doğa durumunda uyum ve barış içinde yaşayan insanlar, bir olasılık olarak savaştan kaçmak, aralarındaki anlaşmazlıklarda başvurulacak, ortak rıza ile oluşturulmuş bir yasaya, yasaya bağlı olarak karar verecek tarafsız bir yargıca, yasaları uygulamaya geçirecek bir iktidara ihtiyaç duyarlar. Toplum sözleşmesi bu ihtiyaçtan kaynaklanır. Anayasal devlet, böylece, egemenin de taraf olduğu sözleşmeyle ortaya çıkar. Egemen, artık Hobbes’un Leviathan’ı gibi mutlak ve sınırsız bir iktidarın sahibi değildir. Kendisi de yerleşik hukuk kurallarıyla bağlanmıştır. Ortak yararı gözetmekle yükümlüdür ve bu yükümlülük, devlete Locke’un bir bütün olarak mülkiyet olarak adlandırdığı insanların canlarını, mallarını ve özgürlüklerini koruma yükümlülüğünü verir. Locke, adaletsizliğin mülkiyet hakkının gaspı anlamına geldiğini belirtir ve bu durumda yurttaşların direnme hakkının olduğunu ileri sürer.

Her ne kadar takip eden yıllar içinde liberal devlet kuramı, Locke’un güvence altına almakla devleti yükümlü kıldığı ve yaşam hakkını ve özgürlükleri de kapsayan bir bütün olarak ele aldığı mülkiyet hakkını tek bir egemen sınıfın özel mülkiyetinin korunmasına indirgemiş olsa da, bugün hala devletin meşruluğunu, en azından kuramsal düzlemde, farazi bir ortak yarar anlayışına dayandırmak mümkün. Başka bir deyişle, sahip olduğu güç kullanma tekelinin karşılığında, her şeyden önce adil olma ve yurttaşın can ve mal güvenliğini ve özgürlüklerini koruma yükümlülüğüne…

Lafı bu denli dolaştırıp siyasal düşünceler tarihi sayfaları arasında modern devletin ilk nüvelerini aramaya koyulmamın sebebi, günlerdir kafamda dolaşıp duran şu soru: “Devlet vatandaşını bu denli yalnız bırakır mı?” Bu soruya böyle takılıp durmamı ve devletin, hem de Türkiye gibi bir ülkede, böyle bir siyasi iktidar altında başka türlü davranmasını beklememi, naifçe bir hayalperestlik, hatta sınıf ilişkilerini görmezden gelen ve devleti toplum karşısında idealize eden iflah olmaz bir romantiklik addedebilirsiniz. Bu eleştiriler karşısında diyecek bir şeyim yok. Ama yine de neredeyse tümüyle eve kapanmış bir halde geçirdiğim bu üç hafta boyunca, özellikle de salgın karşısındaki önlem paketlerinin açıklandığı akşamlarda, umarsızca zihnimde dönüp durmasını engelleyemediğim soru bu: “Devlet vatandaşını bu denli yalnız bırakır mı?”

Başından itibaren, her seferinde gecikmeli olarak alınan, bu sebeple de gerçek bir önlem olmaktan çok durumun daha da kötüye gitmesini ötelemeye ve bu yönde gelecek eleştirileri bertaraf etmeye yönelik hamleler olarak atılan adımlara bakalım:

Salgının Türkiye’de görüldüğünün resmi olarak ilan edildiği 11 Mart tarihinden bu yana yapılanlar, alınan önlemler, her ne kadar öyle olmadığı ileri sürülse de salgınla mücadelede kontrollü bir sürü bağışıklığı yönteminin benimsendiğini gösteriyor. Önce umreden dönen yurttaşların ve geçen süre içinde yurtdışından Türkiye’ye giriş yapan yüz binlerce yolcunun büyük kısmının, 14 gün dışarı çıkmamaları tavsiye edilerek öylece evlerine gönderildiklerini öğreniyoruz. Bunlara yönelik karantina kararı çok geç, o güne kadar tavsiyeye uymayıp sokakta dolaşanlar belki de kendileriyle birlikte yüzlerce kişinin enfekte olmasına sebep olduktan sonra alınıyor.

Okullar vaktinde tatil ediliyor, evet. Ama cuma namazları bir hafta daha toplu olarak kılınmaya devam ediyor. Birkaç gün öncesine kadar ABD’de salgının merkezi olduğu söylenilen New York dahil pek çok yerden uçuşlar devam ediyor. Şehirlerarası, şehir içi ulaşıma dair kısıtlamalar çok geç getiriliyor.

Test sayılarının düşüklüğü herkesin malumu. Hala bir günde yapılması gereken test sayısına ulaşılamıyor. Bu da tespit edilemeyen ve karantinaya alınmayan vakaların öyle ya da böyle, serbestçe dolaşmaya devam etmesi anlamına geliyor.

65 yaş üstü ve 20 yaş altı nüfus için evden çıkma yasağı getiriliyor, vatandaşa evde kalması tavsiye ediliyor. Ancak yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan, geçimini günü gününe sağlayan yüz binlerce insana evde kalması için hiçbir maddi destek sağlanmıyor. Bir yandan da üretimin devam etmesinin ülke için bir zorunluluk olduğunun altı çiziliyor. Kapatılmayıp da üretime devam eden işletmelerde çalışan işçiler, kendilerini veya yakınlarını ölüme götürebilecek salgın hastalık ve işsizlik arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor. CHP’nin raporuna göre çalıştıkları işyerleri geçici veya kalıcı olarak kapandığı için işsiz kalan, çalışamayan 5 milyonun üzerindeki yurttaş, evde ne yiyip ne içecek, kirasını, taksitini, borcunu nasıl ödeyecek, nasıl yaşayacak diye düşünmenin yükü, yardım kampanyasıyla yine vatandaşın sırtına atılıyor. İnsanların birbirlerine destek olması, tokun açın halinden anlaması, elindekini onunla paylaşması, bu zor zamanlarda yurttaşlar arasındaki birliktelik duygusunun güçlenmesi için değil; evde tek başına bıraktığı bu insanlar için başka herhangi bir şey yapmaya niyeti olmadığı için.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.