YAZARLAR

Sosyolojik nazar

Öğrencilerimiz birtakım sosyologları çok iyi bilen, kimi saha araştırmalarından haberdar ama “sosyolojik nazar”la yeterince donanmamış olarak yetişti. Bu nedenle de hem içinde yaşadıklarını toplumu diplomalarını hak etmek için gerekli olan bilgilerle yeterince okuyamadılar, yorumlayamadılar, anlamadılar, açıklamadılar, çözümlemediler.

Sosyoloji diye bir disiplini ciddiye almak her şeyin sosyolojisinin olabileceğini kabul etmekle başlar. Nelerin sosyolojisinin yapılacağı üniversiter sosyoloji müfredatında yer alan ders başlıklarıyla sınırlı değildir. Onlar aslında büyük ölçüde kanonu, yani statükoyu yansıtırlar. Söz konusu dersler başlamadan önce sosyoloji geleneğinde hâkim olmuş ana eğilimleri gösterir müfredat. Hatta edebiyat bölümlerindeki “mezarı olmayan yazar üzerine tez yapılmaz” düsturu gibi sosyoloji bölümleri de zamanı oldukça geriden takip eder. Üniversite sanıldığından çok daha muhafazakâr bir kurumdur. Burada siyaseten bir muhafazakârlıktan çok ethos temelli bir muhafazakârlıktan söz ediyorum.

Oysa sosyoloji sadece öğretilen bir şey değildir. Hatta daha çok yapılan, yapılması gerekendir. Sosyoloji, bütün o kanonla, müfredatla ne yaptığındır. Sosyolojinin yapılması sanıldığı gibi sadece metodolojik araç parkını kullanmakla sınırlı bir şey değildir. Kanonun önemli isimlerinden Mills “sosyolojik tahayyül” derken, Bauman “sosyolojik düşünmek”ten bahsederken belki de bunu kastediyorlardı. Yani sosyoloji öncelikle nazarın, yani bakışın sosyolojikliğiyle mümkündür. İzniniz olursa ben de buna “sosyolojik nazar” demek istiyorum. Bugün teori dediğimiz kelime Yunanca “theoria”dan gelir. Theoria’nın en saf hali ise bakmaktır. Belki de bu nedenle Antik Yunan’la ilk ciddi felsefi buluşmanın öznesi olan Arapçaya theoria, “nazar” olarak geçmiştir. Nazari, nazariyat vb. bunun türevleridir.

Sosyolog insana, topluma, dünyaya öncelikle sosyolojik bakarak ve bu bakışla elde ettiği tecrübe ve bilgiyi topluma sunarak, toplumda sosyolojinin itibarını tahkim eder. Dolayısıyla sosyolojinin toplumsal itibarının örneğin bir yılda üretilen diploma miktarıyla aslında pek bir ilişkisi yoktur. Sosyoloji diplomalı insan sayısını arttırmak ile sosyolojik nazarlı insan üretmek de aynı şey değildir. Özellikle de Türkiye tecrübesinde.

En azından Kant’tan beri bildiğimiz gibi doğanın yasası doğada ikamet etmez. Yerçekimi yasası bir doğa yasası değildir, bir fizik yasasıdır. Yani doğanın değil, doğa ile ilgilenen bilimin yasasıdır. Doğada olan nesnelerin boşlukta yere düşme eğilimlerinin olmasıdır. Doğa olguların dünyasıdır, yasaların değil. Bir fizik yasası olarak yerçekimi ise Newton’un yaptığı bir soyutlamadır.

İnsan dünyasında elbette fiziğe benzer yasalardan söz etmek bence de mümkün değildir ama aslında sosyolojinin disipliner inşası büyük ölçüde bu fiziğe duyulan büyük bir hayranlığın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Comte, “sosyal fizik“ derken aslında sosyolojinin bir anlamda “toplumun doğabilimi” olmasını kastediyordu. Elbette sosyolojinin tarihi aynı zamanda Comte ile kavga etmenin tarihidir de. Ancak alanın inşasında “bilim” ve “bilgi” gibi kavramlardan kolay vazgeçerek de varılacak fazla bir yer yoktur.

Yerçekimi yasasının doğada ikamet etmemesi gibi, toplumun bilgisi de topluma içkin değildir. O bilgi biraz da sosyolojik olanı keşfedecek gözler ve zihinlere ihtiyaç duyar. Bu anlamda sosyoloji ancak ve ancak bir imkândır ve öncelikle akademik veya değil sosyolojik nazarlı bir özneye ihtiyaç duyar. Sosyolojiyi ancak icra ederek mümkün kılabilirsiniz. O hazır bir yapıt, alet değildir. Bir anlamda, eskilerin dediği doğrudur. Genelde olduğu gibi. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur.

Sosyoloji de birçok başka şey gibi verili değildir. Yaparsan olur, yapmazsan olmaz. Sosyolojiyi üretmek bütün kanonu, müfredatı içselleştirmiş bir zihnin topluma, dünyaya bakması ve o malzemeyi okuması, yorumlaması, anlaması, açıklaması, çözümlemesiyle ilgilidir. Bir önceki cümlede kullandığım bütün fiiller aslında sosyolojik gelenekte farklı epistemolojik, metodolojik tercihlere delalet eder. Ama müfredatla malzeme ilişkisi açısından hepsi esasta aynıdır. Bu konudaki en büyük gerilim, özellikle Türkiye sosyoloji tarihinde teori ile pratik arasında oluşmuştur.

Bir yanda teorisyenler, diğer yanda uygulamacılar. Şöyle bir soru aklıma geliyor kaçınılmaz olarak. Dünya sosyoloji literatürüne pek fazla katkı verememiş bir akademik zeminde teorisyen olmak ne anlama gelir? Bir zamanlar benim de dâhil olduğum pek çok sosyolog, dünya sosyoloji kanonunun önemli isimlerinden, akımlarında birini ya da birkaçını çok iyi öğrenip, derslerimizde öğrencilerimize onu anlattık. Bir anlamda ithal ikameci dönemin acente ya da mümessilleri gibi eyledik. Bu tercihte o müfredatla ders yapılan sınıfın içinde bulunduğu toplum, hayat ile ilişkiler oldukça zayıftı. Yani sosyoloji yapmaktan çok, sosyoloji teorilerinin falanca konuda ne dediği konu ediliyordu.

Uygulamacılar “saha” dedikleri her derde deva bir ilaca müptela olmuş gibiydiler. Bir zamanlar çalıştığım bir üniversitede merdivenleri çıkarken karşımdan bir meslektaşımın merdivenleri çok hızlı adımlarla indiği fark etmiştim. Üzerinde o bol cepli safari pantalonu, yeleği ve bir de şapkası vardı. Kendisine “Hayrola nereye böyle?” dediğimde bana şöyle cevap vermişti: “Sahaya”. Maalesef bu arkadaşlar da yıllarca kendi CV’lerini saha araştırmalarıyla doldurdular ama sınıfta öğrencilerine yine bizim yaptığımız gibi ders anlattılar.

Elbette bunlar aşırı örnekler olabilir. Elbette istisnalar mevcuttur. Ama genel olarak bakıldığında Türkiye’de sosyoloji eğitiminin üretmekte en çok zorlandığı şeyin “sosyolojik nazar” olduğunu düşünüyorum. Teori/uygulama gerilimi maalesef uzun dönem bu yetersizliğin ardındaki en önemli sebeplerden biriydi. Öğrencilerimiz birtakım sosyologları çok iyi bilen, kimi saha araştırmalarından haberdar ama “sosyolojik nazar”la yeterince donanmamış olarak yetişti. Bu nedenle de hem içinde yaşadıklarını toplumu diplomalarını hak etmek için gerekli olan bilgilerle yeterince okuyamadılar, yorumlayamadılar, anlamadılar, açıklamadılar, çözümlemediler. Bu “sosyolojik nazar” açığı, aynı zamanda, sosyolojinin toplumsal karşılık ve itibar açığına da neden oldu. Toplumun sosyolojik teoriyi ya da metodolojik araç parkını bilmesine gerek yoktur. Topluma sosyolojiyi derslerinizde öğrencilere anlattığınız gibi anlatamazsınız. Topluma sosyolojiyi anlatabilmenin tek yolu onu yapmaktır. Takside, lokantada, cafede, evde. Sosyolojik bir nazarla hayatın, toplumun hallerinin sosyolojik bazı nedenlere dayandığını konusunda insanları ikna etmeniz gerekir.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).