Mi casa es tu casa!*
Özellikle eve kapandığımız şu haftalarda, Netflix’de yayınlandığı günden beri ortalığı adeta kasıp kavuran ‘La Casa de papel’ serisini de göz önüne aldığımızda, bizce farklı olan ‘soygun filmlerine’ ve türe ne yenilikler getirdiklerine, birkaç örnekle, daha yakından bakmak ilginç olabilir…
Aslında ‘polisiye’ filmlerin veya daha ‘spesifik’ bir tanımlamayla ‘suç filmlerinin’ alt kollarından biri olan ‘soygun filmleri’, belki de sinemada eskimeyen, unutulmayan, uzun süre ara verilmeyen ve birçok önemli yönetmenin bir dönemde el attığı ender film türlerinden biridir. Kuşkusuz gelişen teknolojik buluşlarla ve onlarla değişen soygun tarzlarıyla belki bu filmlerin kabuğunda değişimler yaşanabilir ancak genelde özlerinde taşıdıkları o heyecanlı, maceraperest, hınzır ve adrenalinimizi yükseklere sıçratan ruhlarını asla kaybetmezler.
Soygun filmlerinin demode olmamasının bizce iki ana sebebi vardır: İlk olarak ‘soygun filmleri’ genelde her zaman ‘gösterişli’ bir hava taşır dolayısıyla türe meraklı seyircinin beklentilerini karşılar. ‘Soyulan’ yer ya çok büyük bir banka, kumarhane ya da değerli nesnelerin bulunduğu bir müzedir. ‘Soyan’ ekip kendi dallarında uzmanlaşmış profesyonellerden oluşur ve karşısına aldıkları düşman (bu, ‘soyulan’ kişi veya peşlerindeki polis olabilir) en az onlar kadar deneyimli ve yeri geldiğinde tehlikeli olabilir.
İkinci önemli sebep ise ‘soygun filmleri’nin genişlemeye ve yenilenmeye en açık türlerden biri olmasıdır. ‘Soyguncu’ çetenin bilgisayar korsanı üyesi, gelişen programlamalarla giderek daha büyük ölçeklerde müdahalelerde bulunur. Her ne kadar bazen durum abartılsa ve müdahaleler biraz ‘gerçek üstü’ bir kıvama gelse de bu sekanslar seyircinin ilgisini ayakta tutar ve eğlenceli olaylara tanıklık ettirir.
Özellikle eve kapandığımız şu haftalarda, Netflix’de yayınlandığı günden beri ortalığı adeta kasıp kavuran ‘La Casa de papel’ serisini de göz önüne aldığımızda, bizce farklı olan ‘soygun filmlerine’ ve türe ne yenilikler getirdiklerine, birkaç örnekle, daha yakından bakmak ilginç olabilir…
Seçtiğimiz örneklerin ‘safkan’ soygun filmleri olmalarını istedik… Başka bir deyişle ana karakterlerinin amacının ve senaryolarının merkezini bir ‘soygunun’ oluşturmasını istedik. Ya da filmin büyük bir kısmı soygun ortamında ve doğal olarak bu sırada alıkonulan rehineler üzerine gelişen filmleri seçtik.
Amacımızın soygun ve suç filmlerinin en iyilerini seçmek değil yarattığı farklarla öne çıkanları ve başlattıkları akımları hatırlatmak olduğunu bir kez daha söyleyelim…
SOYGUNCULAR HER ZAMAN KÖTÜ DEĞİLLERDİR!
Belli bir döneme kadar suç filmlerinde ‘kanun adamları’ ve ‘soyguncular’ ayrımı ‘iyi insanlar’ ve ‘kötü insanlar’ ayrımına oturmuşken, 1967 tarihli ‘Bonnie and Clyde’ bu açıdan bir devrim yarattı. O zamana kadarki sayısız örnekte ‘soyguncuları’ basmakalıp, derinliksiz ve insani yönleri törpülenmiş olarak seyretmiş sinemaseverlerde, Arthur Penn’in bu klasikleşmiş filmi, ilk defa olaylara haydutların tarafından bakan, onları yüceltmekten ziyade anlamaya çalıştığımız farklı bir yorum yarattı. Zaman içerisinde ‘ikon’ haline dönüşen bu ikili, filmin büyük bölümünde heyecanlı bir oyun oynayan iki ‘büyük çocuk’ gibi görünüyordu. Sonrasında birçok soygun filmi de olaylara iki taraftan bakmaya, düşman karakterleri daha derinlikli çizmeye ve çarpışmaları fiziksel kadar psikolojik olarak da yaratmaya çalıştılar…
AHLAKİ KURALLAR VE DEĞERLER
‘Soygun filmlerinde’ genelde basılan bankalar veya büyük kurumlar, beraberinde çalışan personeli ve mekandaki müşterileri de kapsayan bir rehine olayına dönüşür. Eğer soygunu yapan çete profesyonelse ve aralarında ‘psikolojik’ açıdan dengesiz birisi yoksa ancak ‘son çare’ olarak birini vurmak veya öldürmek durumunda kalırlar. Başka bir deyişle bu karakterler ‘elini kana bulamamak’ konusunda çok hassaslardır. Bizce bu durum sadece ‘suçunu ağırlaştırmamak’ için değil aynı zamanda vicdani duyarlılıkla da alakalıdır. Örneğin Michael Mann’in görkemli suç filmi ‘Heat’de (1995) Neil Mc Cauley (Robert de Niro) yolunda giden bir zırhlı araç soygunu sırasında, adamlarından birinin tetik sarhoşluğuna kapılıp gereksizce bir polisi vurmasına inanılmaz derece sinirlenir. Aynı şekilde Spike Lee’nin zeki soygun filmi ‘İnside man’ (2006) de soyguncularla direkt temasta olan, arabulucu dedektif Keith Frazier (Denzel Washington), çetenin ilk cinayet (gibi görünen) eyleminde büyük bir şok ve travma yaşar. Öldürülenin sadece bir kişi olması bile soygunculara çok değişik bir gözle bakmamıza yola açar…
ŞİDDETİN OZANI VE ESERLERİ
Usta yönetmen Sam Peckinpah’ın başyapıtlarından biri (ve belki de en ünlüsü) olan ‘Wild Bunch/Vahşi Belde’ (1969) hatırlanacağı üzere ‘western’ tarzında bir devrim yaratmış, o zamana kadar hiç görülmemiş bir ölçekte şiddeti ve kanı kullanan üstelik bunu da ‘estetize’ edilmiş şekilde sunan çok farklı bir filmdi. Bu yeni bakış açısı, sonrasında birçok yönetmeni (örneğin Tarantino…) etkiledi ve Peckinpah’ın ‘şiddetin ozanı’ ve onun günümüzdeki modern karşılığı gibi görünen, büyük yönetmen Haneke’nin ‘gereksiz şiddetin ozanı’ olarak görülmesine ve eleştirilmesine yol açtı.
‘Wild Bunch’ temelde bir ‘western’ filmi olsa da, oldukça uzun bir süre kaplayan, gerilimin yavaş yavaş yükseldiği ve sonunda birçok kişinin öldüğü ve yaralandığı bir kan gölüne dönüşen bir banka soygunu sekansı ile açılır. Bu, filmin sadece beklenmedik bir şiddet dozu sunan değil aynı zamanda sert anlatım ‘tonunu’ hem ‘soyguncular’ çetesine hem de onları ‘avlayan’ karakterlere ‘bulaştırdığı’ çok etkileyici bir sekansıdır. ‘Soyguncular’ profesyonel ama gerektiğinde silaha sarılmaktan çekinmeyen ve bahsettiğimiz ‘elini kana bulamama’ kuralını pek umursamayan karakterlerdir (hatta içlerinden biri esaslı bir psikopattır!). Onların avlayanlar ise belki onlardan daha da tehlikeli, polisin paralı askerleri gibi çalışan pis, karaktersiz, açgözlü adamlardan oluşmaktadır.
Peckinpah’ın 1972 yılında yine klasikleşmiş bir soygun filmi ‘The Getaway’i imzaladığını da ekleyelim…
KARAKTERLER DEĞİL PLAN…
Birçok klasik, ‘old school’ soygun filminde, soyulması hedeflenen yer o kadar önemli bir mekandır ve o kadar sıkı bir şekilde korunuyordur ki, sadece orayı basıp, silahlarla ve maskelerle soygun yapmaya çalışmak kesinlikle işlemeyecektir. Dolayısıyla soygunu planlayan ekip inanılmaz bir titizlikle bir plan yapıp, olabilecek bütün sorunları ve engelleri düşünüp, çok ciddi bir hazırlık ve programlama süreciyle bu işe girişirler. Bu hazırlık süreci bazen haftalar hatta aylar sürebilir. Bu durumda ister istemez yönetmen ve dolayısıyla senaryo, renkli karakterler sunsa da asıl dikkatini soygunun hedefine, koşullarına ve türüne verir.
Bu tarzda soygun filmlerinin ilk örneklerinden biri kuşkusuz 1964 yapımı Topkapı Sarayı'ndaki çok değerli bir hançerin çalınmasını anlatan ‘Topkapi’ filmidir. Hatırlanacağı üzere bu film, asıl odağını hırsız karakterlerine değil, kusursuzca planlamasına ve nerdeyse başarılı olmak üzereyken en beklenmedik anda çökmesine çevirmiştir.
Çok sonra çekilen ‘Ocean’s’ (2001-2007) üçlemesi, ‘The Italian Job’ (2003) veya ‘The Score’ (2001) gibi filmler ise bol yıldızlı kadrolarına rağmen, yine asıl dikkatimizi soygunun ‘yapılış tarzına’ çeker.
Tekrar ‘La Casa de Papel’ örneğine dönecek olursak, bizce dizinin başarısında kuşkusuz ilerledikçe ilginç kanallara açılan hikayesinin, işlerindeki profesyonel duruşlarıyla duygusal kırılganlıkları arasında kalan karakterlerinin ve sonuç olarak herhangi bir bankayı değil ‘parayı basan’ bir devlet bankasını soyma gibi çok parlak bir fikri yakalamasının payı büyük. Ancak bütün bunları başlatan, bu aykırı karakterlerden oluşan çeteyi toplayan ve grubun ‘beyni’ olan profesör karakteri ve onun ‘çok katmanlı’, seyrettikçe içine nüfuz ettiğimiz planı, hiç şüphe yok serinin bel kemiğini oluşturmakta...
*Benim evim senin evindir!