'Bugün' nasıl bir gün?
Çok büyük sorunlar, hayat-memat meseleleri gündelik dertlerin çoğunu pek minik hale getirir ya; karantina ve tecritte bulunmaya, kimseyle gerçek temas kurmamaya, evden çıkmamaya zorlandığımız, ucu bucağı belirsiz zaman, “gün” denen birimi anlamsızlaştırdı. Gündelik dertlerin gördüğü muamele, hiç yaşanmadığı kadar yaşanan evlerde sağda solda biriken toz yumaklarının ilk bakışta görünmeyecekleri yerlere itilivermelerini andırıyor.
Alain Bertho’nun, çevirisi Medyascope’ta yayımlanan yazısı, “‘Sonraki gün’ bugündür” başlığını taşıyor. Şöyle başlıyor -okumanızı pek çok nedenle şiddetle tavsiye etmeyi istediğim- yazı:
“İnsanlığın yarısı tutuklu. Gelecek, korku tarafından lağvedildi: Virüs korkutuyor, devletleri yönetenlerin ehliyetsizliği de korkutuyor. Bu kolektif tecrübenin gaddarlığıyla karşılaştırılabilir bir durum yaşamamıştık. Aniden kendimizi, Kanadalı yeğenlerle, Avustralya’daki kuzinle, Brezilyalı, İtalyan, İspanyol ya da Senegalli meslektaşlar ve dostlarla dayanışma içinde bulduk. Arkadaşlarımızın ve yakınlarımızın hatırını hiç bu kadar sık sormamıştık; durmadan konuşulan konu aynı.”
Bir çağ, bir devir, şununla şunun arasındaki veya şundan şundan sonra varılmış bir dönem olarak değil, kelimenin tam anlamıyla, giderek unuttuğumuz anlamıyla “bugün”den bahsediyor. Hani şu dün ve yarınla pek farkı kalmamış, içinde bulunmanın sesle, renkle, kokuyla algılanan hiçbir özelliğini hissedemediğimiz, bu yüzden hatıralarda anılacak herhangi bir şahsiyet çizgisi taşımayan ‘bugün’den.
Çok büyük sorunlar, hayat-memat meseleleri gündelik dertlerin çoğunu pek minik hale getirir ya; karantina ve tecritte bulunmaya, kimseyle gerçek temas kurmamaya, evden çıkmamaya zorlandığımız, ucu bucağı belirsiz zaman, “gün” denen birimi anlamsızlaştırdı. Gündelik dertlerin gördüğü muamele, hiç yaşanmadığı kadar yaşanan evlerde sağda solda biriken toz yumaklarının ilk bakışta görünmeyecekleri yerlere itilivermelerini andırıyor. Belki biraz da bu yüzden, darlanmanın şu meşhur ters yöne uzanan etkisi, zorlandıkça mizaha vurma, beklenmedik yerden yaratıcılığın fışkırması. Haftanın günlerini İngilizce konuşan birileri sadece birkaç çizikle aynılaştırmıştı: Monday, Tuesday, Wednesday, Thursday, Friday, Saturday, Sunday.
Öyle değil mi? Tek bir günün içindeymişiz gibi. “Nisan ortasına kadar mı? Yok artık!” diye konuştuğumuz gün, hangi gündü? Dün? Evvelsi gün? Geçen ay?
Ütopyaların bitimiyle, insanlık durumuyla meşgûl antropolog Bertho’nun “bugün”ününü ciddîye almalıyız. Çünkü bizim için dünden farklı hiçbir şey, hiçbir sürpriz barındırmayan o ‘bugün’, başkaları için “yarın”ın kurulduğu süreç. Bahsettiğim yazıya göz atarsanız, insanların kesintisiz izlenebilmesine imkân veren yöntemlerin nasıl hızla çoğaldığını, yayıldığını, devletin büyük iştihayla bunları çeşitlendirmeye, yerleştirmeye ve -en önemlisi- normalleştirmeye çalıştığına dair fikriniz olur.
'DOĞA' NE, BİZİM İÇİN?
“Normalleştirme” yerine belki “doğallaştırma” demeliydim. Nedir artık bizim için doğa? Kendi “doğal” yaşam çevremiz ve ortamımızın dışında, arasıra uzanıp nefes aldığımız bir gezinti yeri mi? Hayatımızı altüst eden minik virüsler mi? İdeal durumda bizim “doğa”mızı sıkışık trafik, alışveriş merkezleri ve gökdelenler meydana getiriyor.
Her kuşak, gerçekte hayatımızı şekillendirmede aslî rol oynamaya, yer yer belirleyici olmaya başlayan değişikliklere, nevzuhur işler gözüyle bakıyor. Bunların, nasıl birden belirip ortalığı kapladılarsa öyle kayboluvereceklerini, eskiden bugüne uzananın, çocukluğundan beri varolanın esas olduğunu, sonradan hayatına katılanların misafir konumunda bulunduğunu sanıyor. Böyle değil. Hele afet günlerinde, bizzat mâruz kalacak herkesin onayıyla hayatımıza katılacak müesseseler, işleyişler, arkalarında bunları ne pahasına olursa olsun sürdürmeye kararlı devlet zorunun da belirleyici katkısıyla, yaşama ortamımızı paylaştığımız yeni canlılar, yaşama ortamımızı var eden, sürmesini ve güvenliğini sağlayan kurumlar olarak, “doğa”mızın aslî unsurları haline gelecek. Muhtemeldir ki, iki-üç kuşak sonra, virüs şüphesiyle 7/24 takip edilmeyen bireylerin varlığı, tıpkı bugünkü ilk salgın haberleri gibi, beklenmedik, şaşırtıcı, hattâ belki dehşet uyandırıcı olacak.
Tabiî, omuzlarımızı çökertsin, şımarık zalimler ve vicdansız hizmetkârları eliyle kurulacak distopik tahakküm rejimlerine teslim olalım diye değil, tam aksine, engel olmazsak nelere mahkûm edileceğimizi kavrayalım ve direnme zaruretini idrak edebilelim diye, insanlık olarak dehşete kapılmak için üç kuşak sonrasını beklememeliyiz. Çünkü, Bertho’nun deyişiyle, “Dünya yeni bir çehreye bürünüyor; güç sahipleri ise buna hazırlanıyorlar.” Fransız antropolog, ülkesinin düşünürlerinden Brumo Latour’un sözlerini aktarıyor: “Refah Devleti’nin kalıntılarından, en yoksullar için güvenlik ağından, kirliliği önleyici düzenlemelerin kalanından kurtulmanın tam fırsatı… daha da kinik bir şekilde, gezegeni dolduran bütün şu insan fazlalılığından…”
'GEREKSİZ NÜFUS'
Sürekli okurlarım bilirler, dünya nüfusunun önemli kısmının, işçi yapmak, işsizler ordusuna katmak, asker yapmak, tüketici haline getirmek, vs. herhangi bir açıdan günümüz kapitalizminin, dünyanın egemenlerinin işine yarar olmaktan çıktığını arasıra ifade etmeye çalışıyorum. Bugün insanlığın pençesinde kıvrandığı sorunların esas büyük bölümünün iki kaynağı var: Biri, insanlığın gerikalanını umursamayan ayrıcalıklı azınlığın bencilce, bönce, vicdansızca, zalimâne kararlarını uygulatabilecek kudrete sahip olmaları; öbürü, zenginliğin, refahın, sağlık ve eğitim hizmetlerinin, tıpkı bunlar gibi, içecek temiz suyun, sağlam barınağın… belki hepsinin hülâsası ve hepsinden önemlisi, insanın kendini geliştirme ve gerçekleştirme kapasitesinin çoğunluktan esirgeniyor oluşu. Sayıları hep azalan, buna karşılık hükmedebildikleri mekanizma giderek güçlenen ve mükemmelleşen, kudretleri giderek artan azınlıklar, kendilerini var edip bu konuma yükseltmiş sistemin sürdürülebilmesi için, alttakilere karşı kendini önlerine siper edecek bir orta sınıfa, pis ve yıpratıcı işlerde, çark dişlisi olarak çalışmayı kabul etmeye mecbur bırakılmış emekçilere muhtaçtılar. Bu ihtiyaç artık öylesine azalıyor ki, hemen her ülkede on binlerce, yüz binlerce işçi, salgında ilk gözden çıkarılacaklar safına sokuluveriyor.
Bu eğilimi bilinçli olarak ivmelendirmek için muazzam fırsat sundu, salgın-karantina koşulları. Bugün “geçici olarak” kapatılmış işyerleri, hattâ faaliyetin neredeyse durduğu birtakım sektörler, salgın ertesinde eskiden olduğu üzre çalışmaya dönemeyecekler büyük ihtimalle. Az sayıda işçi çalıştıran, çoğu kendi de çalışan işyeri sahiplerinin pek çoğu, eğer borçları vs. nedeniyle zaten bir köşede çöküp kalmamışlarsa, tekrar faaliyete dönmeye kalktıklarında, faaliyet sahalarının asla rekabet edemeyecekleri, çok büyük tekellerce ele geçirilmiş olduğunu görecekler. Devletleri çoğu yerde artık bizzat patronlar yönetiyor. En azından ülke yönetimlerine doğrudan katılıyorlar. Siyasetçinin kendi özel yatırımı girişimi, piyasa ilişkileri olması artık yadırganmıyor. Buna karşılık emekçi örgütleri, işçilerin siyasî hareketini temsil eden partiler ya zaten hiç yok ya da yönetim düzeyinde hiçbir yerde etkili değil.
HAZIRLIKLAR NELERE YÖNELİK?
Uluslararası büyük sermaye ile hükmü hâlâ büyük ölçüde ülke sınırları içinde geçerli ulus-devletlerin yarattığı kombinasyonun kendi denge sorunları bir yana (şu anda konumuz bunlar değil), bu belirleyici ekonomik güçle tayin edici kaba kuvvet insanlığın geleceğine ilişkin birkaç temel tercihte başından sonuna uyum içerisinde olacaklardır. İlk anda akla neler gelir, bu tercihlere dair: Olabildiğince fazla sektörde, olabildiğince fazla ve çeşitli işi robotlara, yapay zekâya aktarmak. “Yurttaş” kavramını yeniden tanımlayıp, tanımı “hak” kavramından olabildiğince arındırmak, “yükümlülükler” bahsini açmak, yerleştirmek, normalleştirmek. “Yurttaş”ı, uyumlu davranışı ödüllendirilen, disiplinsizliği, asiliği cezalandırılan bir “üye” konumuna getirmek. Kabaca, devlet müessesesini topluma karşı sorumlu olmaktan çıkarmak. (Orhan Gazi Ertekin’in zihin açıcı yazısını okumanızı hararetle tavsiye ederim: “Gecenin karanlığından istifade etmek”.)
İlaveten: Eğitimi somut hedeflere yönelik olarak yeniden tarif etmek. Neden herkes eğitilsin? Hükümdar neden böyle bir külfetin altına girsin? Ne için? Hangi amaç için? Sağlık sistemini kesin hatlarıyla ikiye ayırmak, hizmetli kısmının faydalanabileceği asgarî bir sağlık ocakları-poliklinikler zincirini belki bir süre daha var etmek, öbür yanda, tekleyen organların dahi “sıfır” muadilleriyle değiştirilebildiği, halkın zaten varlığından ve içinde neler döndüğünden dahi haberi olmayacak bir teknolojik ortamda, üst sınıfın yenilenen bedenler ve uzuvlarla sağlıklı, uzun ömür sürmesini garantilemek.
Bu bağlamda, hiçbir ekonomik-askerî verimliliği bulunmayan, “yük” olarak görülmeye uzun süredir başlanan yaşlılar hakkında kurulacak planlar ve alınacak kararları gözönüne getirmek zor olmasa gerek.
İNSANLIĞIN İLK TOPLU DİRENİŞİNE DOĞRU
Kudret sahiplerinin hazırlandığı geleceğin ete kemiğe bürünebilmesi için elbette, itiraz edecek insanların direncini kırmaktan ibaret olmayan bir dizi engelin aşılması lazım. Bunların başında gelen, dünya nüfusunun bir kısmından tez elden kurtulmak. Elbette akla hemen Afrika geliyor. Şu anda Afrika’da olan biteni bilmiyoruz. Salgın hastalık nasıl seyrediyor, ne kadar yayıldı, kaç kişi öldü, ölecek, kimseyi ilgilendirmiyor sanki. Çoğunu hak-hukuk tanımaz açgözlü zorbaların zaptettiği Afrika devletlerinin şu andaki hali bütünüyle umut kırıcı. Nüfus tasfiyesine Afrika’dan başlanması zaten şaşırtıcı olmayacaktı, korona virüsü salgını bunun daha da normal karşılanmasına yolaçabilir. Öyle olabilir ki, karantinadan çıkıp gözümüzü açtığımızda Afrika’da milyonlarca insanın hayatını kaybettiğini öğrenebiliriz. Virüs salgını, insanlığın bir kısmını ortadan kaldırmayı düşünenler için tam “Allah’ın lütfu” oldu. Bugünkü haliyle insanlığın yine de öyle kolay hazmedemeyeceği kitlesel imha işlemlerinin incelikleriyle uğraşmaktansa, bırakıyorsun ölüyorlar -ne câzip!
Hep -cek’li -cak’lı konuştuğumuz, “olabilir” tonunda dile getirdiğimiz, “distopik” diye adlandırılmalarında herkesin anlaştığı gelişmelerin “bugün”, evet, tam da “bugün” yaşanmakta olduğuna işaret ettiği için Bertho’nun yazısını andım. Maalesef bendenizin de izlenimi bu yöndedir. Ancak “gelecek” meselesine dair en doyurucu ve ayağı yere basan öngörüleri ortaya koymuş olan İsrailli tarihçi Yuval Harari’nin “şerhini” burada anmak isterim: Kötümser gelecek çizmiyorum, der Harari, biz birşeyler yapmazsak gidilecek yeri göstermeye çabalıyorum. Nâçizâne, ben de bu çabaya katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bu gidişata ancak, günün koşullarına cevap verecek içerikle donatılmış, yepyeni, taptaze bir eşitlikçilik-adalet-haysiyet perspektifi ve ruhuyla karşı konabilir.