YAZARLAR

Zaten hiçbir şey ‘eskisi gibi’ değil

Bugün “Koronadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” hipotezlerinden önce, çok büyük bir dikkatle idrak etmemiz gereken şey bu belki de: Zaten hiçbir şeyin ‘eskisi gibi bile olmadığı’ bir durumla karşı karşıya olduğumuzu alenen görüyoruz. Neoliberal programın, işgücünün ucuzlatılması, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi tahayyülleri, 40 yıllık tırmanmanın ardından iki aylık bir sıçramayla zehirliyor toplumu.

Friedrich Engels, 1845’te, henüz 25 yaşına girmeden önce yazdığı, “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” (*) kitabında, kişisel gözlemlerinden ve açık kaynaklardan yararlanarak Britanya işçi sınıfının içinde bulunduğu uçsuz bucaksız sefaleti anlatır. İngiltere’de bu kitap için çalışırken sermaye sınıfından insanlarla da görüşmüştür. Manchester’a birlikte yolculuk ettiği bir burjuvayla yaşadığı ibretlik bir olayı da anlatır kitapta. Engels, nazik bir beyefendi olan İngiliz patrona, Manchester’daki kötü ve sağlıksız konutları, emekçilerin yaşadığı mahallelerin korkunç koşullarını aktarır ve “Böyle kötü kurulmuş bir başka kent görmediğini” söyler. Aldığı yanıt, tasvir ettiği emekçi semtleri kadar çarpıcıdır: “Adam, sonuna kadar sakin sakin dinledi ve tam ayrılacağımız köşede şöyle dedi: Ama gene de buradan epey para kazanıldı; iyi günler efendim.

Bugünlerde Covid-19 salgını karşısında Türkiye yönetici sınıflarının aldığı (ve almadığı) bazı tedbirler karşısında, çoğu zaman naif bir iyi niyetle düştüğümüz dehşet, “bu kadar da olmaz ki” tepkileri; aslında yüzlerce yıllık bir temelden fışkıran böyle sert bir hakikati hatırlamamızı gerektiriyor belli ki. Çok uzak olmayan bir gelecekte bugünler konuşulurken, Türk sermaye sınıfından bir ‘beyefendi’ de karşısına çıkabilecek “küresel ve tehlikeli bir salgın koşullarında işçiler çalıştırılmaya, üstelik yasal hakları ve ücretleri budanarak çalıştırılmaya devam etmiş” itirazına, aynı sınıfsal refleksle o cevabı yapıştırabilir: “Ama gene de buradan epey para kazanıldı.

Patronların, işçilerle ilişkisinin basit ve değişmez bir özeti var bu cümlede: Yüzlerce yıldır, işçilerin kötü yaşam koşullarında, hastalığa ve ölüme açık koşullarda çalıştırılması, sermayenin varoluş koşullarından biridir. Covid-19 vakalarının, ulusal ölçekte Kocaeli gibi sanayi merkezlerinde; Zonguldak gibi, geçmişten beri süren olumsuz çalışma koşullarının etkisiyle işçi sınıfının sağlığının bozulduğu kentlerde; İstanbul’un, Esenler, Bağcılar, Bahçelievler, Pendik gibi işçi bölgelerinde dikkat çekici bir artış göstermesi; buna rağmen çalışma yaşamına ilişkin önleyici tedbirler alınmaması da bundan. İşçilerin, ölümcül bir salgın karşısında dahi, sadece ‘ekonomik bir ilişki’ kapsamında görülmesi, sermaye ile emek arasındaki ilişkilenmenin ‘insani’ hiçbir yön taşımadığı gerçeği, böylece bir kez daha, tarihsel ve kuramsal bir gerçek olmanın ötesinde, gündelik yaşamla teyit edilen bir esas bilgiye dönüşüyor.

Son olarak, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda önceki akşam kabul edilen ‘ekonomik önlem paketi’ de çalışan sınıflara yönelik yeni hak gasplarını içeriyor. Tam da çalışma koşullarının bu kadar ağırlaştığı ve sınıf çatışmasının görünür hale geldiği koşullarda, işçilerin sendikalaşması, sendikal hakların kullanılması (şimdilik) üç ay süreyle durduruluyor. (**)

Ortaya çıkan tablo, 19. yüzyıldaki sınıf savaşlarını anıştıracak denli berrak bir saldırı tablosu. Türkiye emekçileri ve buradan başlayarak tüm toplum, tarihi bir taarruza uğruyor. Ve en genelgeçer isimle söylersek ‘devlet’, bu taarruzun merkez karargâhı. Türkiye toplumu, kimileri için naif bir şaşkınlıkla, kimileri için öfkeyle, kimileri için de yeterince anlamlandırılamamış bir kayıtsızlıkla, ‘devlet’in, bu pozisyonuyla yüzleşiyor.

Nedir bu pozisyon? Ceberut bir devletin en yetenekli olması beklenen ‘sokağa çıkma yasağı’ konusunda bile çuvallamasıdır örneğin. Ama bu çuvallamanın sonunda, kendi iç gerilimlerinin de bir sonucu olarak ortaya çıkan, içişleri bakanının taktik istifasında bile ‘bağışlanma’ dilenen makam, riske atılan halk değil, cumhurbaşkanı oluyor.

Ya da maske dağıtımı konusunda yaşanan kaostur. PTT dağıtacak, eczaneler verecek derken, ‘devlet’ basit bir maske dağıtımının bile altından kalkamamıştır; üstelik maskesiz olmaya ilişkin bir dizi sınırlama getirmişken.

Ya da ‘devlet’ idaresinin kristal merkezi olarak neşet eden Cumhurbaşkanlığının ‘iletişim’ işlerinden sorumlu bir şahsın, salgın koşullarında evinin etrafında yaptığı tartışmalı düzenlemelere ilişkin haberlere ‘terör’ soruşturması açılması, bu ‘kişisel’ haberlere ilişkin, ilgili cumhurbaşkanlığı ofisinin resmi hesaplarından Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne dek bir dizi ‘devlet’ aparatının, söz konusu şahsı savunan açıklamalar yayınlamasıdır.

Son örnekte görüldüğü üzere, ‘devlet’, bir şahıs ve onun etrafındaki şahıslarla özdeşleşmekte, Altun Ailesi'nin evindeki müştemilat, ‘devlet’ tarafından resmi araçlarla savunulan bir imtiyaza dönüşmektedir. Bildiğimiz anlamda cumhuriyet, 12 Eylül’den beri süren 40 yıllık bir ‘yeniden yapılanma’ ve bunun son 20 yılına eşlik eden mevcut siyasi iktidarın, özellikle 2013’ten beri sürdürdüğü, 15 Temmuz hesaplaşmasından sonra ortaya çıkan ‘lütufkâr’ ortamda hızlandırdığı dönüşümle birlikte yok olmuştur. Bugün yüzleştiğimiz, 12 Eylül darbesinden itibaren, bir tür şantiyesinde yaşadığımız neoliberal inşanın teşekkül etmiş halidir. Burjuvazinin uluslararası ölçekte bir siyasal program olarak işlettiği neoliberalizmin, devleti, toplumu ve bunlarla ilgili tüm ilişkileri getirdiği bir noktayı, bunlarda yarattığı kalıcı ve yıkıcı değişimin tam bir resmini görüyoruz bugün. ‘Devlet’ artık budur: Ölümcül bir salgın karşısında insanları sınıfsal olarak ayıracak, bir kısmını işe, bir kısmını eve zorlayacak; ‘normal koşullarda’ kendisinden beklenecek en asgari sorumluluklarını, sözgelimi eğitim ve sağlık hizmetlerini organize edemeyecek; maske bile dağıtmayı beceremezken inşaat ihaleleriyle organik sermayesini ihya etmeye devam edecek; giderek, bir monarşideki gibi ‘şahsım ve çevresindekiler’ ile daha kişiselleşecek şekilde, olanca çıplaklığıyla önümüze serilmiş bir mamul… Bu ‘devlet’ 40 yıldır imal ediliyor. “Ben zenginleri severim” diyen Turgut Özal’dan, bugünün yoksullarına “Geber” diyen ‘sosyal hizmetler’ bürokratına uzanan doğrusal bir çizgide; sağcılığın, dinselleşme ve milliyetçiliğin, bütün bunların ideolojik tahkimiyle piyasalaşmanın inşa ettiği neoliberal ‘devlet’, artık sınıf savaşının dolaysız, açık bir mevzii olarak, bu kaba sabalığını örtmeye gerek duymadan karşımızda.

Türk Tabipleri Birliği’nin pandemi önlemlerinden, sendikaların çalışma yaşamına ilişkin düzenlemelerden, TMMOB’nin depremle ilgili süreçlerden uzak tutulması, tüm bu kolektif yapıların tartışmaya açılması, itibarsızlaştırılmak istenmesi, devletin mutlak düzenleyiciliği karşısında basit ve ancak lütufla çalışabilecek birer kurula indirgenmesi de bu yüzden… Toplumun tüm örgütlerine ve değerlerine, hem ideolojik hem teknik açıdan koşulsuz olarak düşman bir mutlak sermaye diktatörlüğünün, son noktada yeterince dayanıklı olmayan devletiyle karşı karşıyayız.

Bugün “koronadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” hipotezlerinden önce, çok büyük bir dikkatle idrak etmemiz gereken şey bu belki de: Zaten hiçbir şeyin eskisi gibi bile olmadığı bir ‘durum’la karşı karşıya olduğumuzu alenen görüyoruz. Neoliberal programın, işgücünün ucuzlatılması, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi tahayyülleri, 40 yıllık tırmanmanın ardından iki aylık bir sıçramayla zehirliyor toplumu. Bütün bu zehirlemeyi üstlenen, neredeyse bir monarşi gibi şahsileşmiş neoliberal ‘devlet’, karşısında gerçek bir toplum değil; tüm örgütlerinden/silahlarından arındırılmış ve bunu kendi lehine bir süreç gibi algılaması için üzerine kamyonlarla propaganda dökülmüş ‘birey’i istiyor. Kendi bireyselliğinden tamamen çıkmış, sermaye ve onun devleti karşısındaki sorumlulukları ile tarif edilen bir ‘birey’... Eğer uzlaşma yolunu seçecek olursa, başta sınıfsal pozisyonu olmak üzere, kültürel-tarihsel varlığına (da) uygun bir yandaşlık pozisyonu kazanabileceği, ama tersini yapar da uzlaşmazsa devletin tüm gadrini üzerinde hissedeceği bir düzen kuruluyor… Bu yüzden en yoksulların arasından da, işçilerin, köylülerin, Kürtlerin, kadınların, hatta çürük ve kokuşmuş bir kabuk gibi takındıkları ‘solculuk’ maskesine sahip çıkarcılardan da, tek fonksiyonu sermayenin ve kendi hiyerarşik piramidinin güvenliği olan bu ‘devlet’in yanında olanlar çıkıyor. Diğer tarafta da bir yandan ülkeyi bir çalışma kampı olarak tahayyül eden; bir yandan tutuklu muhaliflerin içeride çürümesi için ‘kişiye özel’ yasal düzenlemeler üreten adeta bir masal devi zuhur ediyor.

Tüm toplumu, itaatin sözde konforuyla itirazın bedelleri arasındaki bir sarkaçta çalkalayarak ayakta kalabileceğini sanan; 40 yıllık bir inşanın, bugün sonu gelmiş ve –ezilen sınıflar tarafından yıkılmayacaksa bile– sırf kendi bekası için bile ‘yeniden yapılanması’ kaçınılmaz olan bir burjuva-bürokrat diktatörlüğü seriliyor önümüze. Rant paylaşımı, giderek daralan çıkarların bölüşümü ve dağıtımı süreçlerinde çeteleşmiş, uyumsuzluğu giderek artan farklı kliklerin bir koalisyonu halindeki rejim, kendi iç çatışmalarını bile yüceltirken, aslında kendi çöküşünü yücelten bir pozisyona savruluyor bir yandan da…

(*) F. Engels, “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”, Sol Yayınları, Ankara, 1997

(**) ‘Ekonomik önlem paketi’ne ilişkin daha ayrıntılı bir değerlendirme, hukukçu Ahmet Ergin’in Evrensel gazetesindeki yazısında bulunabilir.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.