Prof. Dr. Alpay Azap: En büyük hatamız teste çok güvenmek oldu
Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap, "Covid-19’a çare" olarak lanse edilen "Dornaz alfa" isimli ilacın virüsü durdurmak gibi bir özelliğinin olmadığını vurguluyor. Geçen haftaki sokağa çıkma yasağı öncesi yaşanan panik ve izdihamın sonuçlarını önümüzdeki hafta görmeye başlayacağımızı aktaran Azap’a göre Türkiye’deki en büyük hata, sokağa çıkma yasağının ilan ediliş şekliydi. Sağlık alanındaki en büyük hata ise testlerin verdiği sonuçların kesin olduğuna inanmaktı. Azap “süreç uzayabilir ama bu, kaybedilmiş değil, kazanılmış zaman olarak görülmeli” diyor ve uyarıyor: “Eğer sosyal mesafeyi korumazsanız, el temizliği ve solunum hijyenine dikkat etmezseniz ve insan hareketlerini tamamen serbest bırakırsanız istediğiniz kadar güçlü bir sağlık sisteminiz olsun bu salgınla asla baş edemezsiniz.”
Bazı felaketler, tıpkı Covid-19 salgınında olduğu gibi “medya starlarını”, şöhret tutkunlarını, felaket tellallarını da beraberinde getiriyor. Kimisi çıkıp rüyasında sumağın kurtarıcı derman olduğunu söylüyor, panik halindeki kitleler aktarlara saldırıyor. Kimisi çıkıp hiçbir klinik test yapılmamış olduğu halde elinde reçeteyle sosyal medyada “kesin çözüm bu ilaç” diyor, panik haldeki kitleler ecza depolarına saldırıyor. Kimisi çıkıp panik halde ve her “umuda” sarılmaya hazır kitlelerin bihaber ama tıp dünyasının zaten bildiği yöntemleri “icat” olarak müjdeleyip kahramanlık destanları yazıyor. Süreci yönetebilecek bir iktidar yapısı olmayınca, ortalık böylelerine kalıyor işte.
Yine de panik yerine frene basıp meseleye soğukkanlılıkla yaklaştıkça, bilim dışı söz ve eylemler hükmünü yitiriyor. Türkiye’nin Covid-19 epidemisiyle imtihanının en yakın tanıklarından, Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Alpay Azap da bunu salık veriyor: “Tedbiri elden bırakmayalım ama panik de yapmayalım.” Yoğun mesaisi sırasında bize uzun bir zaman ayıran Azap’a kulak verelim…
Covid-19’un tedavisiyle ilgili bazı tezler, bulgular bilimsel bir çerçeve içinde hakemli dergilerde yayınlanmadan, doğrudan Twitter’da ilan ediliyor. Türkiyeli bir hematologun “Donaz alfa” isimli bir ilaca ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımı da bunlardan biri. Söz konusu hematolog, “1 aydır laboratuvarda çalıştığımız bir ilacın ismini 23 Nisan’da açıklayacaktık ancak o kadar etkili duruyor ki insanların hayatını kurtarabilir. İnsanların hayatından gün çalmak istemedik. Acilen Dornaz alfa hastaların tedavisinde klinik testlere alınmalı. Kahramanlarıma teşekkür ederim” şeklinde bir tweet attı. Konunun uzmanları aksini söylese de, bu paylaşım geniş kamuoyunda sanki Türk hekimler Covid-19’a karşı ilaç keşfetmiş gibi yayıldı. Bu doğru mu?
Hayır, bu yeni keşfedilen bir ilaç değil. “Kistik fibrozis” dediğimiz bir akciğer hastalığı var. Genetik bir hastalık bu. Akciğerinde yapısal bir bozukluk olan bu kişiler, akciğerlerindeki mukus salgısının yapısı nedeniyle, balgamla mikroorganizmaları uzaklaştıramıyorlar. Sözü edilen ilaç bu sorunu düzeltmek için kullanılır. Dolayısıyla epey de pahalı olan bu ilaç kesinlikle yeni değil. Aynı zamanda hap gibi kolay uygulanamayan bir ilaç. Nebülizatör dediğimiz özel bir cihaz aracılığıyla kullanılabiliyor. İlaç korona virüsüne etki ederek virüsü ortadan kaldıran bir ilaç değil. Fakat ilaç mukus tabakasının akışkanlığını artırarak virüsler dahil mikroorganizmaların akciğerlerden daha hızlı uzaklaştırılmasını sağlayabilir. En azından teorik olarak kısmi de olsa böyle bir faydası olabilir. Tabii bu teorinin bilimsel olarak ispatlanması için klinik deneylerini yapmak gerekiyor. Zaten yurtdışında bu konuda yürütülen çalışmalar da var.
Peki hâlihazırda Türkiye’de bu ilaç Covid-19 tedavilerinde kullanılıyor mu?
Hayır, kullanmıyoruz. Bildiğim kadarıyla rutin tedavide kullanan bir ülke de yok.
Bu ilacın, vücuttaki mikroorganizmaları kısmen uzaklaştırmaya yarayabileceğini söylediniz. Bu bize ne anlatıyor?
İlaç balgam çıkarmayı kolaylaştırıyor. Kistik fibrozis hastaları, çok yapışkan olduğu için balgamı çıkartamıyor. Bu nedenle de akciğerlerinde tıkaçlar oluşuyor. Alveol dediğimiz hava keselerine hava taşıyan borular tıkanıyor ve zemininde de ciddi enfeksiyonlar gelişiyor. Dornaz alfa balgamı iyice yumuşatarak akışkan hale getirip rahat biçimde çıkarılmasını sağlıyor. Ama ilacın doğrudan virüsü durdurmak gibi bir etkisi bildiğimiz kadarıyla yok. Covid-19 hastalarında da akciğer zorda olduğu için, balgamı daha rahat çıkartarak akciğerlerin biraz rahatlaması sağlanabilir. Dolayısıyla Dornaz alfa ilacı ancak tedaviye destek olarak düşünülebilir. Tabii dediğim gibi, bununla ilgili de klinik çalışma yapmak lazım.
Böylesi bir klinik çalışma ne kadar süre gerektiriyor?
Kontrollü bir çalışma için en az birkaç aylık zaman gerekiyor.
Peki bildiğimiz klasik balgam sökücü ilaçların da işe yarama olasılığı var mı?
Dornaz alfa, klasik balgam sökücülerden biraz daha etkili. Öte yandan Covid-19 hastalığında zaten çok fazla balgam olmuyor. Daha ziyade kuru öksürük şeklinde seyrediyor. Çünkü hava keselerinin içine aşırı bir salgı birikmesi söz konusu değil. Daha çok hava keseleriyle kan damarları arasındaki dokuda enfeksiyon oluşuyor. Dolayısıyla nefesle aldığınız oksijen, hava kesesinden damar içindeki kana ulaşamıyor. Covid-19 hastalığının mekanizmasına bakıldığında, balgam sökücüler de çok fazla etki gösterecek gibi görünmüyor.
KENDİ TEDAVİNİZİ YAPMAYACAĞINIZ İÇİN TEDAVİ ÖNERİLERİNE HİÇ BAKMAYIN
Evinde kalabilen sayısız insan, tüm gün sosyal medyadan veya televizyon kanallarından yoğun bir bilgi kirliliğine maruz kalıyor. Deyim yerindeyse her kafadan bir ses, farklı farklı yol ve yöntem önerileri çıkıyor. Kime güvenelim, kime inanalım, nereleri takip edelim?
Bir kere bahsettiğiniz mecralarda yapılan tedavi önerilerine hiç bakmayın. Çünkü hastalandığınız zaman kendi tedavinizi kendiniz yapmayacaksınız. Tedavinizi zaten konunun uzmanları yapacak. Onlar da yıllarını bu işe adamış yoğun bakım uzmanları, enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarıdır. Bu alanda yapılan bilimsel çalışmalar sayıca çok çok fazla. Her gün onlarca çalışmanın sonuçları yayımlanıyor. Bu çalışma sonuçları da konuya yabancı kişilerin okuyunca anlayabileceği ve hemen uygulanabilecek şeyler değil. Hekimler arasında bile böyle bir şey olmaz. Çalışma sonuçlarından ortaya çıkan bilgiyi de doğru yorumlamak ve tedavide uygulayıp uygulamamaya karar vermek gerçekten o alanda emek vermiş, birikim sağlamış, uzmanlık yapmış olmayı gerektirir. Dornaz alfa ilacıyla ilgili verileri de ancak göğüs hastalıkları ve yoğun bakım uzmanları yorumlayabilir, kullanılıp kullanılmayacağına ilişkin tespit yapabilirler. Bir üroloji uzmanı, kadın doğum uzmanı, yahut başka branştan bir hekim de ortaya çıkan verileri okuduğunda anlar ama bilgi ve bulguları tam olarak yorumlamak, pratiğe yansıtmak çok ciddi birikim ve uzmanlık gerektiriyor. O yüzden vatandaşlarımızın tedavi yöntemlerine kafa yormalarına hiç gerek yok. “Şu ilacı bulduk, şu tedavi iyi geliyor” gibi sansasyonel haberlere temkinli yaklaşmak gerekir. Zaten gerçekten etkili bir tedavi bulunursa, klinik çalışmalarla insanlarda etkili olduğu ve yan etkilerinin tolere edilebilir olduğu görülürse bu hemen klinik kullanıma girer ve biz onu kullanırız. İnsanlar, Türkiye’deki hekimler olarak dünyadaki bütün bilimsel gelişmeleri çok yakından takip ettiğimizi, izlediğimizi ve hastalarımıza da dünyada uygulanabilen en iyi tedaviyi uygulamaya çalıştığımızı bilsinler. Nitekim dikkat ederseniz Türkiye’deki ölüm oranları, diğer ülkelerin tümüyle karşılaştırdığınızda ortalamanın altında.
Fakat buna ilişkin veriler konusunda ciddi şüpheler var. Sayıların, ölüm oranını düşük göstermek için manipüle edildiği iddialarına ne diyorsunuz?
Tüm ülkelerde benzer bir veri toplama yöntemi izlendiği için, bunun üzerinden yapılan oransal karşılaştırmaların gerçeği yansıttığını söyleyebiliriz. Hemen tüm ülkeler tanı konmuş, kesinleşmiş vak’aları bildiriyor. Dünya Sağlık Örgütü de bunu yapıyor ve salık veriyor. Dolayısıyla en azından ülkeler arasında karşılaştırma yapılırken bir sorun olmadığını düşünüyorum.
BELİRTİ GÖSTERMEYEN HASTALARI DAHİL EDERSEK, ÖLÜM ORANI YÜZDE 2’NİN ALTINDA
Sağlık Bakanlığı’nın aktardığı ölüm sayıları ve oranlar gerçeği yansıtıyor mu?
En azından sayılar konusunda sürecin olabildiğince şeffaf yürütüldüğünü düşünüyorum. Mesela takip ettiğimiz hastalarımızla ilgili ayrıntılı bilgileri Halk Sağlığı Yönetim Sistemi’ne her gün, epey detaylı bir biçimde girmemiz isteniyor. Biz hekimler olarak bunların hepsini aktarıyoruz. Öte yandan ölüm sayıları açısından, örneğin henüz tanı koymadan kaybettiğimiz hastalar olabiliyor. Çünkü Covid-19, tanıda zorlandığımız bir hastalık.
Neden?
Çünkü PCR testi yüzde yüz duyarlı değil. O yüzden bazı hastalar gerçekte hasta oldukları halde PCR testleri negatif çıkabiliyor. Kesin sonuçları net bir biçimde ortaya koyabilecek çok duyarlı testlerin hâlâ geliştirilememiş olması tüm dünyanın sorunu. Ayrıca tanı koyma zorluğunun bir diğer nedeni Covid-19’un kendi doğal seyrinde virüsün aynı hastada bazı dönemlerde solunum salgılarında bolca olup bazı dönemlerde saptanmayacak kadar az olması. Tüm bunların sonucunda gerçek sayıya erişemiyor olabiliriz. Fakat tüm bunlar, ölüm oranını değiştiren unsurlar değil. Şu an ölüm oranının yüzde 2 olduğunu söylüyoruz ama ölen kişiyi, tanı konmuş tüm kişilerin sayısına bölerek bu yüzdeliğe ulaşıyoruz. Yani bu yüzdeyi, hastaneye gelmiş, tanı konmuş tüm kişilerin toplam sayısı belirliyor. Dolayısıyla ölüm oranı, hastalığa yakalanan kişilerin değil, hastaneye gelecek kadar ağır belirti göstermiş ve tanı konmuş kişilerin toplam sayısına göre belirleniyor. Oysa hastalığı hafif atlatan veya hiç belirti göstermeyen toplam kişiyi tespit edersek, ölüm oranının yüzde 2’nin de altında olduğunu görürüz.
BELİRTİ GÖSTERMEYEN HASTALAR, TANI KONANLARIN DÖRT-BEŞ KATI
Hafif belirti veya belirtisiz şekilde hastalığı atlatanların, hastaneye başvuranlara oranını biliyor musunuz?
Bunların, hastaneye başvuran ve tanı konmuş kişilerin yaklaşık dört ila beş katı olduğunu söyleyebiliriz. Çin’in ve diğer ülkelerin verileri ile Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminleri bu yönde. Dolayısıyla bu hastalığa enfekte olan tüm kişileri dahil ederek ölüm oranı verildiğinde, bunun binde 2 olduğu düşünülüyor. Buradan bakıldığında da çok ölümcül bir enfeksiyonla karşı karşıya olmadığımızı söyleyebiliriz. Grip virüsünde ölüm oranı 10 binde 2, Covid-19’da ise binde 2. Gripten biraz daha yüksek bir ölüm oranından bahsediyoruz. Bir panik havası var ve bu hastalığa her yakalananın öleceği sanılıyor. Öyle bir şey yok! Zaten bizim ülkemizde hastalığı ağır seyredenler içinde bile ölüm oranı yüzde 2. İtalya’da bu oran yüzde 8, Almanya’da yüzde 1 civarında, Çin’de yüzde 4,3’tü. Ama dediğim gibi, bunların tümü, hastaneye başvuracak kadar ağır semptomlar gösteren ve tanı konmuş kişiler arasındaki ölüm oranı.
Türkiye’de tanı konmuş toplam hasta içindeki ölüm oranının İtalya’ya göre daha düşük olmasının nedeni ne?
Nüfusumuzun daha genç olması, eleştirsek de sağlık sistemimizin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki tedavilerin neredeyse hepsini uygulayabilecek kapasiteye sahip olması, çok iyi yetişmiş hekimlerimizin, çok bilgili sağlık çalışanlarımızın varlığı birer etken. Öte yandan İtalya’da salgın çok hızlı yayıldığı için, hasta sayısı kısa sürede sağlık altyapısının kapasitesini aştı. O yüzden de hastalara sağlık hizmeti veremediler. Türkiye’de öyle bir durum söz konusu olmadı.
ALMANYA’DAN SONRA EN FAZLA YOĞUN BAKIM YATAĞI TÜRKİYE’DE VAR
Neden?
Yoğun Bakım uzmanı arkadaşlarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla Avrupa’da Almanya’dan sonra en fazla yoğun bakım yatağı Türkiye’de var. Öte yandan bu hastalığın bir ilacı yok ama destekleyici ilaçlar var ve Türkiye bu tedaviye pek çok ülkeden farklı olarak epey erken başlıyor. Biz bilim insanları olarak bunu aramızda çok tartıştık ve bu destekleyici ilaçları sürecin çok başında hastalara verme kararı aldık. Avrupa’da mesela, tedavisine başlanmayan gruplar var ama biz onlara bile ilaç tedavisi veriyoruz.
Peki bu ne kadar etkili oluyor?
Bu bilimsel bir tartışma konusudur doğrudan virüsü ortadan kaldırmasalar da bir miktar fayda sağlıyorlar. Türkiye’deki hastaların böyle bir avantajı olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’deki hastalar açısından ilaçların ücretsiz veriliyor olması da bir başka avantaj. Tüm bunların genel tabloya katkısı olduğunu düşünüyoruz.
Sağlık Bakanı’nın dün yaptığı açıklamaya göre 16 Nisan itibariyle 74 bin civarında tanı konmuş hasta var ve 1854 kişi yoğun bakımda, 1643 kişi yaşamını yitirdi. Taburcu olanların sayısı da 7 bin civarında. Bu sayılar bize ne anlatıyor?
Taramayı kimlerde yapıyorsunuz, tanı kriteri olarak neyi esas alıyorsunuz, hangi testi kullanıyorsunuz, o testin duyarlılığı ne kadar? Tüm bu soruların yanıtını bilmeden net bir şey söylememiz çok kolay değil ama en azından her gün aynı yöntemi uyguladığımız için, bu rakamları geçmiş günlerle karşılaştırma şansımız oluyor. Covid-19’un bir özelliği de, hastalığı ağır seyredip de hastaneye yatanların hemen taburcu olamaması. Dolayısıyla hastanede biraz birikim de oluyor. Mesela yoğun bakıma yatanların iyileşme süreci 4 ila 5 haftayı bulabiliyor. O yüzden de yoğun bakımdaki havuz sürekli doluyor. Havuzu boşaltan musluk yavaş akıyor. Havuzu dolduran musluk hızlanırsa, birikim artıyor. Yoğun bakımdaki hasta sayısı o yüzden giderek artıyor. Ama burada önemli olan şey, yoğun bakıma yatan hastaların kaçını kurtarabildiğiniz.
COVİD-19’U ATLATANLARIN EN AZ BİRKAÇ AY BAĞIŞIKLIK KAZANDIĞINI DÜŞÜNÜYORUZ
Bizde durum ne?
Bizim edindiğimiz bilgiler, yoğun bakıma yatmış hastaların yüzde 50’den fazlasının kurtarıldığını gösteriyor.
Biliminsanları ve genel olarak insanlık açısından belirleyici unsurlardan biri, Covid-19’a karşı bağışıklık kazanılıp kazanılmayacağı. Hastalığa yakalanıp iyileşenlerin ikinci defa enfekte olup olmayacağı biliniyor mu?
Bu hastalığa yakalanan kişilerin en azından bir süre daha yakalanmayacağına eminiz.
Peki bu süreye dair net bir şey söylenebiliyor mu?
Bununla ilgili bir netlik olmasa da, bu sürenin birkaç haftadan ibaret olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hastalığı atlatanların en az birkaç ay daha bu hastalığa yakalanmayacaklarını düşünüyoruz. Tabii bu hastalık henüz birkaç aylık olduğu ve bilim de kanıt olmadan konuşmamayı gerektirdiği için ihtiyatlı yaklaşıyoruz. Fakat Covid-19, gribe çok benziyor. Bulaş dinamikleri de, yaptığı hastalık da gribi andırıyor. Dolayısıyla bundan önce dolaşan insan korona virüslerinden ve griplerden edindiğimiz klasik bilgilere güvenmek durumundayız. O bilgiler de bize diyor ki, eğer virüste büyük bir değişiklik ortaya çıkmazsa, insanda aylarca süren bir bağışıklık oluyor. O yüzden bağışıklık konusunda çok tedirgin ve telaşlı değiliz.
KİTLE BAĞIŞIKLIĞI AZ VEYA ÇOK, MUTLAKA OLUŞACAK
Ama virüsün mutasyona uğraması ve bağışıklığın olmaması gibi bir felaket senaryosu da var, değil mi?
Hayır, dünya tarihinde bugüne kadar böyle erkenden mutasyona uğrayıp insanları tekrar tekrar hasta eden bir enfeksiyon salgını olmadı. Hastalığı geçirenler önemli ölçüde bağışıklık kazanıyorlar. Bazı enfeksiyonlarda bağışıklık o kadar kuvvetlidir ki, bir defa hastalananlar bir daha ömür boyu hastalanmaz. Mesela su çiçeği hastalığı geçiren biri, bir daha aynı hastalığa yakalanmaz. Kızamıkta da durum aynı. Ama Covid-19 veya grip gibi virüslerde bağışıklık bu kadar uzun süreli değil. Bununla birlikte virüs yapısını değiştirdiğinde tekrar hasta olsanız da, mevsimsel gribe tekrar yakalandığımız gibi, öncekine göre çok daha hafif geçirir ve önceki kadar bulaştırıcı olmazsınız. Dolayısıyla hastalığı geçirmiş olanların, virüs mutasyon da geçirse, bağışıklığa mutlaka katkısı olacaktır. Kitle bağışıklığı, az veya çok, mutlaka oluşacak. O konuda çok endişeli değiliz.
Ama Çin’de hastalığı atlatıp bir süre sonra tekrar pozitifleşen hastalar olduğu söyleniyor…
İşte bu tür haberlere, bu alanın profesyoneli olmayanların belki de hiç bakmaması gerekiyor. Bakın, dünyada şimdiye kadar iki milyon civarında insan hastalandı. Ama sonradan pozitifleşenlerin sayısı yüz civarında! Üstelik bildiğimiz kadarıyla bunların da klinik ve epidemiyolojik, yani bulaş dinamikleri üzerinde hiçbir etkisi yok. Elbette bilim insanları açısından bu önemli bir bulgu ve bunu takip etmemiz gerekir. Ama bunun sonucunda önemli bir şey çıkmasını beklemiyoruz. Çünkü bu insanlar, test sonuçları pozitif çıksa da hastalanmıyorlar. Büyük olasılıkla arada bakılan testler yalancı negatif olabilir. Zira testin nispeten sorunlu olduğunu biliyoruz. O nedenle arada yalancı negatifliklerle karşılaşabiliyoruz. Ayrıca küçük bir odakta kalmış virüs, kişiyle virüs arasındaki denge nedeniyle tekrar çoğalma şansı bulabilir. Ama akut hastalık yapma şansı bulamıyor; belirti bile olmuyor bu kişilerde. Ayrıca bu kişilerin ne kadar bulaştırıcı olduklarını da bilmiyoruz. Dahası, iyileştikten sonra tekrar pozitif çıkan bu insanlardaki virüsün canlı olup olmadığını bile henüz bilmiyoruz. Çünkü bizim tespit ettiğimiz şey, aslında ölmüş, parçalanmış virüsün genetik materyali de olabilir. Hastalıktan sonra akciğer hücreleri yenilenirken, solunum salgılarına boşalan, dökülen hücrelerden de kaynaklanıyor olabilir bu. Dolayısıyla hastalığı atlatanların tekrar enfekte olduklarına dair bulgular bilimsel olarak araştırılmaya değer ama halkımız meselenin bu tür boyutlarından büyük sonuçlar, hele ki olumsuz sonuçlar çıkarmamalı. Zira bizim bundan önceki onlarca virüslerden, hastalıklardan, salgınlardan öğrendiğimiz klasik bilgiler, bir kitle bağışıklığının mutlaka oluşacağını anlatıyor.
SÜRECİN UZAMASI KAYBETTİĞİMİZ DEĞİL, KAZANDIĞIMIZ ZAMAN OLABİLİR
Bu durumda sıkı tedbirler almayan ülkelerin daha hızlı biçimde, ama çok fazla insanın ölümüyle kitle bağışıklığına ulaşacağı söylenebilir, değil mi?
Bu doğru. Tamamen serbest bıraksanız toplumun çoğunluğu hızlı bir biçimde virüsle karşılaşır ve birkaç ay içinde kitle bağışıklığına ulaşabilirsiniz. Ama bunun bedeli çok ağır olur. İngiltere bunu denemeye kalktıktan bir hafta sonra vazgeçti. Çünkü çok fazla insan, çok kısa süre içinde hastalanıp hastanelere başvuracaktı ve kapasiteyi aşacaktı. Bu da çok fazla insanın ölümüyle sonuçlanırdı. O yüzden toplumu bu hastalıkla karşı karşıya bırakmamak, hastalıkla olabildiğince savaşmak ve hastalananların sayısını sağlık sistemi kapasitesinin altında tutmak gerekiyor. Böylece hem daha az kayıp verirsiniz hem de süre uzadıkça ilaç veya aşı araştırmalarında gelişmeler yaşanır.
Türkiye bu konuda nasıl bir durumda?
Açıkçası Türkiye’nin bu konuda kötü durumda olmadığını düşünüyorum. Bizde de Çin gibi çok çok sıkı önlemler alınabilir ama alacağınız her türlü önlemin avantaj ve dezavantajı olur. O yüzden önlemlerin çok iyi düşünülerek planlanması gerekiyor. Hangi önlem biçimi sizin toplumunuza uygun olur, hangisinin faydası zararından daha fazla? Tüm bu sorulara da, eldeki veriler ışığında halk sağlığı ve epidemiyoloji uzmanlarının yanıt vermesi, buna ilişkin kararları belirlemesi gerekir. Yani önlemler de bilimsel bir zeminde alınmalı. Öyle ezberden “sokağa çıkma yasağı ilan edilsin”, “yasak bu kadar değil, şu kadar olsun” denmemeli. Enfeksiyon hastalıkları epidemiyolojisi bilen biri olarak ben bile şahsen bu kadar net konuşamıyorum. Çünkü dediğim gibi, her yöntemin bir de dezavantajı var. Mesela Çin, Singapur ve Japonya, baştan hastalığı çok sıkı kontrol ettiler. Ama tedbirler gevşetilir gevşetilmez ikinci dalga yaşanabiliyor.
Peki Türkiye’de halihazırda toplumun, sağlık sistemi kapasitesini çok zorlamayacağı, kontrollü bir biçimde enfekte olması mı söz konusu?
Amaç, hastane ve bakım kapasitesinin aşılmamasını sağlamak ve olabildiğince az insanın hastalanmasını gözetmek olmalı. Bunun kitle bağışıklığının oluşması konusunda süreci uzatacağının farkındayız. Seyahat kısıtlaması, sınırların, inanç ve eğlence mekânlarının, okulların kapatılması, toplu etkinliklerin yasaklanması, karantina gibi önlemlerin daha uzun sürmesi gerekecek. Şu an Türkiye’de insanların kontrollü hastalanması değil, en az insanın hastalanması için uğraşılıyor. Çünkü aşı ve ilaç geliştirilmesi için zamana ihtiyaç var. Bu süreçte ne kadar az insan hastalanırsa, o kadar iyi. O yüzden sürecin uzaması kaybettiğimiz değil, aşı veya etkili ilaçların bulunması konusunda kazandığımız zaman olabilir.
ÖNLEMLER, ÜLKELERİN EKONOMİK, SOSYAL YAPISINA, SAĞLIK SİSTEMİNE GÖRE DEĞERLENDİRİLMELİ
Artık iki günlük sokağa çıkma yasağı uygulanıyor ama hafta içinde işçiler fabrikalara gidip geliyor. Dolayısıyla akşam evlerine döndüklerinde risk grubundaki hane halkının da karantinada kalmasının anlamı kalmıyor. Buna yönelik başından beri bir eleştiriler var. Siz bu eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?
Tabii ki böyle bir risk var. Bu nedenle çalışma ortamları da dahil olmak üzere bütün ortamlarda sosyal veya fiziksel mesafe dediğimiz mesafenin korunması ve temas önlemlerinin alınması çok kritik bir konu. Öte yandan 4-6 hafta hiçbir şekilde sokağa çıkılmaması sağlanabilir. Çin 50 milyon nüfuslu eyaletini 3 ay boyunca karantinaya aldı ve her şeyi durdurdu. Ama karantina bitince hastalık tekrar ortaya çıktı. Aldığınız önlemlerin salgını kontrol etmek için tıbbi açıdan elbette faydası var ama sosyal ve ekonomik açılardan birtakım sakıncaları da var. Bunlar arasındaki dengeyi iyi gözetmeniz lazım. Bu da sizin ekonomik gücünüz, sosyal yapınız, sağlık bakım hizmetleriniz ve bunların kapasitesi başta olmak üzere; sizin toplumunuzdaki bulaşma dinamikleri, yaş dağılımı ve kronik hastalık dağılımı gibi demografik özelliklere kadar pek çok parametrenin değerlendirilmesini gerektirir. Ayrıca ekonominiz hangi sektörlere ve ne tür üretimlere dayalı, salgın bölgesel olarak ne durumda? Tüm bunların aynı anda değerlendirilmesi lazım. Örneğin Türkiye’de vakaların hâlâ iki basamaklı sayılarda olduğu pek çok ilimiz var. Türkiye’nin tümü için alınan önlemlerin o illere zararlı etkileri de olabilir. Bu nedenlerle şehir şehir, hatta ilçe ilçe verilere bakıp ona göre hareket etmek gerekir. İl Pandemi Kurulları, İl Hıfzısıhha Kurulları’nın yetkililerinde bütün veriler mevcut. Saati saatine takip etme şansları var. Bu kurullarda halk sağlığı uzmanları görev yapıyor. Bu uzmanlar tüm verileri bilimsel gerçekler ışığında değerlendirip il ve ilçelere göre salgın yönetimi yapmalı.
Bir diğer eleştiri de Bilim Kurulu’nun yaptığı önerilerin siyasi iktidar tarafından yerine getirilmediği yönünde. Bu doğru mu?
Salgına karşı tedbirler konusunda bir sürü teknik mesele var. Örneğin yurtlarda nasıl bir yöntem izlenmeli, hafif seyirli hastalar nasıl yönetilmeli, kime hangi ilaç başlanmalı, hangi laboratuvar testleri istenmeli ve bunlar nasıl takip edilmeli, hangi kişisel koruyucu donanım nerede kullanılmalı? Bilim Kurulu’nun alt kurullarında bu alanlardaki önerilerimiz hemen hayata geçiyor, hiçbir sorun yok. Ancak salgın yönetimi daha orta ve uzun vadeli stratejiler gerektirir. Olayın yalnızca tıbbi değil; sosyal, ekonomik ve tabii ki siyasi boyutları var. Biz yalnızca tıbbi perspektiften öneride bulunuyoruz. Ama resmin tamamını görerek ilerlemek gerekiyor. Bilim Kurulu’nda örneğin yoğun bakım uzmanı var. Ben enfeksiyon hastalıkları klinik mikrobiyoloji uzmanıyım. Ancak biz, hastanın etrafındakilerinin taranması işinin nasıl yapılması gerektiğine dair yeterli bilgiye sahip değiliz. Çünkü eğitim ve birikimimiz bu yönde değil. Bu konunun uzmanı halk sağlığı uzmanlarıdır. Aynı şekilde seyahat kısıtlama önlemleri nasıl yapılır, insan faaliyetleri ne düzeyde ve ne kadar süreyle kısıtlanır, bunlar nasıl takip edilir, sonuçlara göre nasıl ek önlemler alınır? Bunlar da halk sağlığı biliminin konusu. Bu nedenle ben Bilim Kurulu tartışmalarında kendi uzmanlık alanım olmayan konularda görüş bildirmemeyi tercih ediyorum. Bu konularda halk sağlığı uzmanlarının görüşleri dikkate alınıyor diye düşünüyorum.
Geçtiğimiz Cuma günü sokağa çıkma yasağının duyuruluş şekli nedeniyle sokaklarda oluşan kalabalıkların neden olduğu veya olacağı vaka artışları görülmeye başlandı mı?
Henüz görmedik. Hastalık belirtilerinin çıkması için bir hafta geçmesi lazım. Bir de belirti çıkar çıkmaz insanlar hemen doktora gitmiyor. Çünkü bu hastalık ilk hafta çok hafif seyrediyor. Dolayısıyla biz o Cuma gününün etkilerini muhtemelen önümüzdeki hafta göreceğiz.
Peki vakalarda hızlı bir artış olması durumunda mevcut sağlık sistemi buna hazırlıklı mı?
Artışın boyutu çok belirleyici olacak. Şu an pek çok büyük şehrimizde, pek çok hastane pandemi eylem planını hayata geçirmiş durumda ve hazırlıklı. Bu hastaneler yeterince yoğun bakım ve servis yatağını ayırmış durumda. Çalışanların tümünü, çok fazla yıpranmayacakları şekilde rotasyona tabi tuttular. Ama bu sorunuza cevap verebilmek için ne kadar çok vaka olacağını bilmek gerekiyor. Önemli ölçüde hazır olduğumuzu söyleyebilirim. En azından bu konuda Türkiye’de sağlık sistemine güvenilebilir.
İNSAN HAREKETLİLİĞİNİ TAMAMEN SERBEST BIRAKIRSANIZ, BU SALGINLA BAŞ EDEMEZSİNİZ
Bu salgına karşı “mahvolduk, bittik” diyen pesimist yaklaşım ve “sıkıntı yok, baş ederiz” diyen iyimser yaklaşım var. Sizin çizdiğiniz genel iyimser tablo, rehavete ve dolayısıyla tedbirsizliğe yatkın iyimser yaklaşıma cesaret verebilir mi? Zira aynı yaklaşımı Sağlık Bakanı’nın beyanatlarından da görebiliyoruz. Karamsarlık, insanları tedbir almaya sevk etmek konusunda daha işlevsel değil mi?
Bizler boş umut vermemek ama panik ve karamsarlığa da kapılmamak zorundayız. Gerçekler neyse, veriler bize neyi söylüyorsa onu en doğru şekilde paylaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bunun sonucunu kimisi iyimserliğe kimisi kötümserliğe yorabilir. Bütün değerlendirmelerimizi, mevcut verileri şu anki bilgilerimiz ve bilimsel bilgiler ışığında yorumlayarak yapıyoruz. Buradan bir rahatlık çıkmaması lazım. Eğer sosyal mesafeyi korumazsanız, el temizliği ve solunum hijyenine dikkat etmezseniz ve insan hareketlerini tamamen serbest bırakırsanız istediğiniz kadar güçlü bir sağlık sisteminiz olsun bu salgınla asla baş edemezsiniz. Çok ciddi sayıda insan hastalanır, bunların içinden de önemli sayıda insan hayatını kaybeder. Sağlık bakımı veremez hale gelirsiniz. ABD’nin New York eyaletinde, İtalya’nın kuzeyinde yaşandığı gibi durumlarla karşılaşırsınız. Mutlaka çok tedbirli olmak ama asla panik yapmamak lazım. Panik yapacak bir durum da söz konusu değil. 2009’da da domuz gribi salgını oldu örneğin. Orada elimizde ilaç ve aşı da vardı ama buna rağmen salgın toplumda yayıldı. 18 ay civarında sürdü ve sonuçta da korkutucu senaryolar gerçekleşmedi. Bu işi ciddiye alışınız ve önlemlerinize göre tablo çok değişebilir. Bilimsel bilgiler neyi gerektiriyorsa onu yapacaksınız, bu kadar basit.
Türkiye’nin bu süreçte yaptığı en büyük yanlış ve en iyi şey neydi?
Yaptığımız en büyük yanlış testin vakaları yakalamak konusunda çok etkili olduğuna güvenmemiz oldu. Tabii ki bunun bir nedeni virüsün yeni olması ve bilimsel bilgilerin çok hızlı değişmesi. O zaman veriler Çin’den geliyordu, hastalık Avrupa’ya yayılmamıştı. Bu nedenle biz de bu geliştirilmiş olan PCR testinin çok çok güvenilir olduğunu düşündük ve “var diyorsa vardır, yok diyorsa yoktur” şeklinde hareket ettik. En iyi yaptığımız şey ise en baştan itibaren virüsün ülkeye gelmesini geciktirmek adına yapılan sınır kapatmalar ve seyahat kısıtlamaları oldu. Bu bize epeyce zaman kazandırdı.
PCR testi halihazırda kullanılıyor mu?
Hâlâ onu kullanıyoruz ama dezavantajlarını bilerek sonuçları yorumluyoruz.
Peki nasıl teyit ediliyor?
Şüphemizin yüksek olduğu hastalarda testi tekrarlıyoruz. Mesela ikinci, üçüncü testler yapılıyor. Hastanın diğer klinik bulgularına göre karar veriyoruz, bunları çok iyi öğrendik. Ayrıca diğer laboratuvar testlerine de bakılıyor. Olası vaka kabul ettiğimiz vakaların test sonuçları negatif olsa bile onları Covid’miş gibi toplumdan izole edip tedavi ediyoruz. Testin güvenilirliğinin artık yüzde 70 oranında olduğunu biliyoruz. Bir de asemptomatik seyrin bu kadar yoğun olduğunu bilmiyorduk, dünya da bilmiyordu. Yine Çin’deki verilere göre kişide bir belirti yoksa ve testi de negatif çıkarsa zaten hasta değil, diyorduk. Ama şimdi belirtisiz olup da hastalığı bulaştırabilen kişilerin oranının yüzde 15 ila 25 arasında değiştiğini biliyoruz. Bu da ilk başta bildiğimiz bir bilgi değildi. Sonuçta kararlarımızı o anki bilimsel bilgiler ve veriler ışığında aldığımız için ister istemez yanılma oluyor. Önemli olan bunları yakın takip edip, olabildiğince az hata yapmaya çalışmak.
TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK YANLIŞI, SOKAĞA ÇAKMA YASAĞININ İLAN EDİLİŞ ŞEKLİYDİ
Siz en büyük hatayı tıbbi perspektiften söylediniz. Salgınla mücadelede Türkiye’nin en büyük yanlışı neydi peki?
Sokağa çıkma yasağının ilan ediliş şekli. Orada bir hata yapıldığı kesin. Ama bu olayın işimizi ne kadar zorlaştıracağını önümüzdeki hafta göreceğiz. Belki de korktuğumuz kadar olmayacak.
Dünya çapında Covid-19 hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz?
Aslında çok şey öğrendik ama hâlâ bilmediğimiz çok şey de var. Tüm dünyada bilimsel faaliyetler çok yoğun bir şekilde yürüyor. Ne yazık ki bu süreçte insanlar buldukları birtakım şeyleri süzgeçten geçirmeden heyecanla hemen yayınlıyorlar. Bilimsel dergiler de salgın hızlı ilerlediği için bilim camiasının haberi olsun diye çok hızlı, bir hakemlik süzgecinden geçirmeden bu araştırma sonuçlarını yayınlıyor. Bilimsel camiada bir bilgi kirliliği oluştu. Bazı makaleler birkaç hafta içinde örneğin yöntemsel hatalar nedeniyle geri çekiliyor.
Araştırma sonuçları sosyal medyadan da duyuruluyor.
Hele sosyal medya üzerinden bilimsel verilerin paylaşılması son derece yanlış. Bir bilimsel bulgunuz varsa bunu paylaşacağınız yer bilimsel, hakemli dergiler olmalı. Bunu yapamıyorsanız bile bu işle uğraşan uzmanlık derneklerine gönderip orada tartışmaya açılmasını sağlamanız gerekir. Dikkat çekmek amacıyla ya da fazla heyecana kapılıp kendi bulduğu bilginin büyüsüne kapılarak hemen abartılı yorumlar yapanlar var. Ama merak etmeyin, kıyasıya bir eleştiri süreci de vardır bilim ortamında.
Virüsün Almanya’da R katsayısının düştüğü, dolayısıyla bulaşma kabiliyetinin de azalmaya başladığı söyleniyor…
R katsayısı virüse bağlı sabit bir katsayı, sabit bir özellik değildir. Virüs değiştiği için düşmüş değil. Kitle bağışıklığı oluştuğu, önlem alındığı ve insanlar sosyal izolasyona dikkat ettikleri için düşüyor.
Evine kapanmış insanların ne yapmasını tavsiye edersiniz?
Evine kapanmış insanlar asla bütün günlerini bu hastalıkla ilgili bilgileri takip etmekle geçirmesinler. Bunu yapmak için kendilerine bir süre tanısınlar, örneğin 1-2 saat gibi. Bunu da sosyal medyadan değil, daha çok bilimsel kuruluşları takip ederek yapsınlar. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü, Amerikan Hastalık Kontrol Önleme Merkezi, Avrupa Hastalık Kontrol Önleme Merkezi gibi. Türkiye’de de Türk Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, Yoğun Bakım Derneği, Toraks Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’ni takip edebilirler. Yani kişilerden ziyade kurumları takip etmelerini öneririm.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI