Seyhan Karabay’a veda: Arşivden eski bir söyleşi…
Seyhan Karabay, cuma günü, 74 yaşında hayatını kaybetti. Bir dönemin en önemli müzisyenlerinden. Sahnelerde fırtına gibi estikten sonra kendine yeni bir yol çizmiş, Bodrum’a yerleşmiş, denizle haşır neşir olmaya başlamıştı. Yanına gittiğimizde bizi İşte Hayat adını verdiği teknesinde ağırlamış, sorularıma cevap verirken bir yandan da Bodrum’un koylarını gezdirmiş, onlarla ilgili hikâyeler anlatmıştı.
İçinde bulunduğumuz günler, belki de hayatımızın en tuhaf günleri. Kendi adıma söyleyeyim: Yarım yüzyıla yaklaşan maceramda şu ana kadar deneyimlemediğim bir şey yaşıyorum. Bana tuhaf geliyor ama böylesi şeyleri daha önce yaşayanlar da var. Sokağa çıkma yasağının ikinci haftasında, elimdeki eski dosyaları karıştırırken tesadüfen bulduğum bir bilgi, bu yazının açılışına yakışır.
Elli yıl öncesine, ‘70’li yılların başına ışınlanalım. Bir dönem yaptığı ufuk açıcı işlerle memleket müziğinin bambaşka bir yola girmesini sağlayan isimlerden Seyhan Karabay, Cem Karaca ile yaptıkları “Dadaloğlu” şarkısının kayıt sürecini anlatsın. Öncesinde küçük bir bilgi vereyim ama: Cem Karaca, Karabay’ın da içinde olduğu grubu Apaşlar’la birlikte ‘60’lı yılların sonunda Almanya’ya gitmiş, çok kanallı stüdyolarda yapılan muazzam kayıtlarla dönmüştü. Sonrasında Apaşlar dağıldı, Seyhan Karabay’ın öncülüğünde Kardaşlar kuruldu. Yine böylesi bir mesainin hazırlıklarını sürdürürken o gün için tuhaf olan, birkaç ay önce anlatılsaydı bize tuhaf gelecek ama bugün baktığımızda hiç de garipsemediğimiz bir şey yaşandı ve “Dadaloğlu”, bu yüzden, Almanya yerine Türkiye’de kaydedildi.
Sizleri daha fazla meraklandırmayayım, sözü Seyhan Karabay’a bırakayım:
“70’li yılların başında stüdyolarımız son derece basit şartlarda çalışıyordu. Çoğu tek kanallıydı; büyük olanlarda ise sadece iki kanal vardı. Bunun bir tanesini enstrümanlara ayırıyorduk. Toplu halde stüdyoya giriyor, davulun, orgun, gitarların önüne alınan mikrofonların miksajını yaparak onu bir kanala veriyorduk. Diğer kanalı ise soliste ayırıyorduk. Kimi küçük prodüksiyonlarda bu güzel sonuç veriyordu ama bizim gibi rock grupları balansı ayarlarken zorlanıyordu. Almanya’daki stüdyolar, en az 24 kanallıydı. Davul ayrı kanalda, org ayrı kanalda, gitarlar ayrı kanallarda… Hepsini tek tek kaydedebiliyordunuz ve miksaj aşamasında bunların hangisinin önde olacağına kendiniz karar verebiliyordunuz. Üstelik arada detone ya da akort sorunlarıyla karşılaştığınızda sadece o enstrümanı yeniden kaydetmek mümkündü yani kaydı düzeltme şansınız vardı. O zaman da içimize sinen sonuçlar ortaya çıkıyordu. Bu yüzden, kayıtlarımızı, Almanya’daki stüdyolarda yapmayı tercih ediyorduk. Bu, ‘Dadaloğlu’na kadar böyle sürdü. Aslında onu da orada kaydedecektik, bütün hazırlıklarımızı tamamlamıştık ama tam çıkacakken bir kolera salgını baş gösterdi, bütün sınırlar kapatıldı. Yurt dışına çıkışlar ve Türkiye’ye girişler yasaklandı. Mecburen İstanbul’da kaldık. Şarkıyı konserlerimizde çalıyorduk, dinleyiciler istiyordu, plak olarak yayınlamayı da biz istiyorduk ama dışarı çıkamayınca burada stüdyoya girdik, ilkel şartlarda kaydetmek durumunda kaldık.”
Durum bugünkü kadar ağır değil elbette. Salgın, o dönemde memleketle sınırlı bir şey. Sınırların kapatılması, hastalığın dışarıya doğru yayılmamasına karşı alınan bir tedbir. Ancak bu tedbir, müzik tarihini de etkilemiş, çok satan plaklardan birinin burada kaydedilmesine vesile olmuş. “Dadaloğlu”, sadece döneminin değil, Cem Karaca diskografisinin en büyük “hit”lerinden. Bir anlamda bir kırılma noktası çünkü Karaca, sonrasında bambaşka bir yere evrildi. “Dadaloğlu”, yaptığı ilk politik plaklardan biri.
Hikâyeye dönelim… Sınırların kapatılması, sadece kayıt sürecini etkilememiş, Cem Karaca ve Kardaşlar olarak yapacakları Almanya turnesine de engel olmuş. Turne sırasında iki gün stüdyoya uğrayarak kaydedecekleri iki şarkı, “Dadaloğlu” ve “Kalender”, bu yüzden İstanbul’da, Stüdyo Elektronik’te kaydedilmiş. Sözü yine Seyhan Karabay’a devredeyim, hikâyeyi tamamlasın:
“O gün stüdyoda rahmetli Şerif Yüzbaşıoğlu vardı. Baktık solisti ve enstrümanları ayıramıyoruz, onunla konuştuk, ‘hepimiz aynı anda girelim, şarkıları konserdeymişiz gibi söyleyelim ve kaydedelim,’ dedik. Olacak şey değil ama tek kanalda öyle kayda girdik. Cem şarkıyı söyledi, biz o esnada enstrümanları çaldık. Plak çıktı, çok sevildi ve o parça, o zamanın gençliğinin sloganı oldu. Listelerde de tam 11 hafta bir numarada kaldı. Açıkçası Avrupa’ya gidip günlerce kayıt yaptığımız parçalar bu kadar rağbet görmemişti, buna çok şaşırmıştık.”
Bu sözler yirmi bir yıl öncesinden, yayımlanmamış bir söyleşiden… 1999 yazında Bodrum’da Seyhan Karabay’la buluşmuş, ona hikâyesini anlattırmıştım. Bu söyleşinin küçük bir kısmı, TRT adına çekilen, danışmanlığını yaptığım “Bir Varmış Bir Yokmuş” başlıklı belgeselde kullanıldı. Kalan kısmı da, Seyhan Karabay anısına, bu yazı vesilesiyle ilk kez huzura çıkıyor.
Seyhan Karabay, cuma günü, 74 yaşında hayatını kaybetti. Bir dönemin en önemli müzisyenlerinden. Sahnelerde fırtına gibi estikten sonra kendine yeni bir yol çizmiş, Bodrum’a yerleşmiş, denizle haşır neşir olmaya başlamıştı. Yanına gittiğimizde bizi İşte Hayat adını verdiği teknesinde ağırlamış, sorularıma cevap verirken bir yandan da Bodrum’un koylarını gezdirmiş, onlarla ilgili hikâyeler anlatmıştı. Çok zamandır müzikle uğraşmıyordu belki ama, yaptıklarıyla bir döneme damgasını vurdu. Dahası, bilhassa Kardaşlar’la yaptığı çalışmalar, müziğin yön değiştirmesine sebep oldu.
Girişte günümüzle bağ kuran bir hikâye anlattım ama yazının bundan sonrasında, bir yandan Seyhan Karabay’ın yaptıklarını özetlemeye çalışacak, diğer yandan bizzat onun ağzından hikâyesini aktaracağım. Başlama vuruşu için 1969 yılına uzanmamız gerekiyor çünkü Karabay, tam da bu yıllarda kendini buluyor… Apaşlar, katıldığı ilk önemli grup ama hemen öncesini bizzat anlatsın:
“Sene 1969. Askerdeyim. Bitimine bir-iki ay kalmıştı. Ankara’dan arkadaşlarım beni buldu, Selim Özer Orkestrası’nın bir bas gitarist aradığını söylediler. Askerde olduğumu söyledim, onlardan iki ay izin istedim, bitince yanlarına gittim ve Selim Özer’le çalışmaya başladım. Selim Özer, disiplinli bir şef. O dönem, onun için, ‘askerlik yapana ikinci kez askerlik yaptırır, yapmayana da askerliği gösterir’ deniyor. Ne anlama geldiğini çalışmaya başlayınca gördüm. Provaya dakikasından sonra gidersen kızardı. Söylediği saatte her şeyinle hazır halde orada olacaktın. Onunla başladım, o disiplini aldım ve hayatımın sonrasında onu kullandım. Rahmetli Selim Abi bana çok çektirdi ama çok şey öğretti.”
Öncesinde, amatör topluluklar var. Gökhan Aya, “Bir Cem Karaca Kitabı”nda (Ada Müzik, 1998) Seyhan Karabay’ın ‘60’lı yılların başında Cahit Berkay ve Uğur Dikmen’le bir topluluk kurduğunu söylüyor. İşin başındayken babasının tiyatrosunda müzisyenlik yapmış. Sonrası, Apaşlar’la buluşma –ki profesyonel çalışmaları, bu toplulukla başlıyor. Sözü yine Karabay devralsın:
“Selim Özer Orkestrası’nda yaklaşık bir sene çalıştım, sonra İstanbul’a geldim. Daha hiç kimseyi tanımıyorum... Cem Karaca ve Apaşlar adlı grubun bas gitariste ihtiyacı olduğunu öğrendim. Kimi arkadaşlarım onlara beni tavsiye etmiş. Taksim’de, Mehmet Soyarslan’ın evinde bir buluşma gerçekleşti. Orada Cem Karaca’yı ve grubun diğer elemanlarını tanıdım. Birbirimizi çok sevdik, hemen provalara başladık. Önüme bir takım notalar koydular. Köklerim sağlam olduğu için bunları hemen çaldım. Çok sevindiler, sarıldık, öpüştük ve bir anda topluluğun daimi elemanı oldum. Ancak tuhafıma giden bir şey oldu. Selim Özer Orkestrası büyük orkestra. Orada arkamda nefesliler, geniş sesler olmasına alışmışım. Buradaysa bir bas gitar, bir davul, bir de gitar var, onlarla müzik yapıyoruz. Yadırgadım ve ‘ya çocuklar,’ dedim, ‘af edersiniz ama bu üç çalgıyla bizi dinlerler mi?’ Çok güldüler tabi bana. Bir şey de demediler, provaya devam ettik. Başta bozuldum ama İstanbul’da çıktığımız ilk konserde niye güldüklerini anladım. Çıktık, şarkıya girdik, aynı anda etrafımdaki yüzlerce insan çığlık çığlığa bağırmaya başladı! Üzerimize geliyorlar, pantolonumun paçasından çekiştiriyorlar… Adımı da öğrenmişler, ‘Seyhan Seyhan’ diye tezahürat yapıyorlar. Çok hoşuma gitti tabi. Böyle bir şeyin olduğunu bile bilmezken kendimi tam göbeğinde buldum. O dönemde Türkçe sözlü hafif Batı müziğinin ilk uygulamaları yapılıyor. Biz de buna katıldık. Her şey güzel, konserler arasında bir de Almanya’ya, plak doldurmaya gidiyoruz. Meşhur ‘70’li yılların hemen başında bir anda tüm gençliğin sevgilisi haline gelmiştik. Apaşlar’la birlikteliğimiz çok güzel gitti. Çok seviliyorduk. Sokakta yürürken bile afişteki sıramıza göre yürürdük: Mehmet Soyarslan solda, ortada Leon Habib, sağda ben… O sırayı asla bozmazdık. Çok güzel günlerdi, Cem’le de çok iyi anlaşırdık ama olmadı, bir noktada dağıldık. Son konserimizi Konya Ereğli’de verdik. Ben Cem Karaca’yla yeniden tokalaştım, birlikte Kardaşlar’ı kurduk.”
Sonrası, müzik çalışmalarını sürdüreceği bu grup. Başta, Karabay dışında Ünol Büyükgönenç ve Fehiman Uğurdemir var. Karabay, “Grubun isim babası benim. Aslında Kardeşler demiştim ama Cem, bunu, Kardaşlar olarak değiştirdi,” diyor ve anlatmaya devam ediyor: “Bütün Anadolu’yu dolanıyorduk. ‘Dadaloğlu’ yeni çıkmıştı, büyük sükse yapmıştı. Çalarken bir sound sıkışmasına girdiğimizi hissettim. O dönem, kendi kendime iki çalgı yaptım, plaklarda ve konserlerde onları çalmaya başladım. İkisi de bir tür folk enstrümanıydı. Bir yandan türküleri düzenliyor, diğer yandan yeni beste çalışmalarını sürdürüyorduk.”
Kardaşlar’ın kuruluşu, 1970. Yılın sonlarına doğru Cem Karaca’yla yaptıkları ilk plak, başta hikâyesini anlattığım “Dadaloğlu / Kalender”. Sonrası, sınırlar açılınca gittikleri Almanya’da kaydedilen şarkılar –ki aralarında bir de Seyhan Karabay bestesi var: “Kara Sevda”. Karabay, bıraktığı yerden anlatmaya devam etsin:
“Almanya’da ‘Kara Sevda’yı kaydediyoruz… Kaydı yapanlar şarkıyı çok sevdi ve yeniden stüdyoya girerek bunu Almanca söylememizi istediler. Düşündük, ‘yapalım’ dedik. Bu, bize Avrupa’nın kapılarını açabilirdi ama bu fırsatı iki şişe viski yüzünden kaçırdık. O dönem, bize eşlik eden müzisyenlerden biri, dünyaca ünlü Charly Antolini. Stüdyoya gireceğimiz zaman iki şişe viski getirdi, biz başladık içmeye… Çalmaya başlayınca ya da aslında ayılıp kaydı dinleyince ne yaptığımızı anladık: Viskinin etkisiyle kötü bir performans, kötü söyleyiş… Anlayacağın, ayağımıza gelen çok güzel bir fırsatı Charly’nin getirdiği iki şişe viskiye satmış olduk. Almanlar baktılar, teşekkür ettiler, yolumuza gittik.”
Sonrası yine Türkiye yılları… Bu arada bir şeyler değişmeye başlamış. Tam bu noktada, memleketteki en acayip transferlerden biri yaşanıyor ve Cem Karaca ile Ersen, gruplarını değiştiriyor. Yolun başındaki Ersen ve Moğollar, Ersen ve Kardaşlar’a dönüşürken Cem Karaca ve Kardaşlar, Cem Karaca ve Moğollar oluyor. Karabay, o dönemi şöyle anlatıyor:
“Her şey hâlâ çok güzel fakat değişen bir şeyler var… Anadolu konserlerinin birinde fark ediyorum ki seyirci sahneye dostça bakıyor ama o coşkulu tezahüratların ve alkışların yerini sessiz alkışlar almış. Sanki klasik müzik konseri gibi. Şarkının bitmesini bekliyorlar ve alkışlıyorlar. Konserlerde tuhaf bir sessizlik hâkim. Halbuki biz gençlerin bağırmasına, saçını başını yolmasına, üstümüze saldırmasına alışmışız. 1973-74 yılları olmalı. Cem’e gittim, ‘Cem,’ dedim, bir şeyler oluyor, bir şeyler değişmiş, bir önlem almamız gerekiyor…’ Orada anladım ki, bizim jenerasyon 4-5 yaş almış, o eski coşku kalmamış. Yenileri yakalayamıyoruz, konserlerimiz tatsız geçiyor. Neticede karar verdik, Cem Karaca’yla ayrıldık. Yeni bir solist arayışına girdik ama maalesef Cem’den sonra önümüzde şarkı söyleyebilecek kadar güçlü bir solist bulamadık ve o sıra Moğollar’la çalışan Ersen’de karar kıldık. Ersen şimdi kızacak belki bana ama mecburen Ersen’le çalıştık. Onunla iki 45’lik yaptık ama iyi gitmiyordu, bir yıl sonra ayrılmaya karar verdik.”
Seyhan Karabay ve Kardaşlar döneminin başladığı nokta burası. Yeni Kardaşlar kadrosu [Gökhan Aya’nın kitabından alıyorum] Aydın Çakuş (gitar), Ali Rıza (bağlama, yaylı tambur, cura, vurgulu tambur) ve Ayzer Danga’dan (davul) müteşekkil. Bu kadroyla plak hazırlıkları yapan ekip, bir yandan da Selda’ya eşlik ediyor. Kadroya, sonradan Atilla Engin (vurmalılar), Nuri Bora (gitar) ve Elvan Aracı (trombon, bağlama, org) katılıyor. Bu kadroyla Selda’ya eşlik ettikleri “Anayasso” büyük sükse yapıyor ama sonrasında başka plak yapmıyorlar; kendi yollarını çiziyorlar. Seyhan Karabay ve Kardaşlar adıyla yaptıkları ilk plak, başrollerini Perihan Savaş’la paylaştığı “Gerçek” filminde seslendirdiği iki şarkıyı bir araya getiriyor: “Edalı Gelin / Nem Kaldı”. Sonrası, inişli çıkışlı kadrolar, yapılan bir 45’lik plak daha ve kimi eşlikler… Söz, bir kez daha Seyhan Karabay’da:
“Kardaşlar ismi benimdi. Kısa bir süre Özkan Uğur’la çalıştık, ondan sonra da Harun Kolçak bas gitarist olarak Kardaşlar’a katıldı. O dönem Seyhan Karabay ve Kardaşlar adıyla iki 45’lik yaptık. İlki sevildi ama sonrasında yaptığımız ‘Kan Davası’, beklenen etkiyi görmedi. Açıkçası iyi de değildi zaten. Sonra dönem değişti, erkek şarkıcılar sahnelerden çekildi, yerlerini kadın şarkıcılar aldı. Bizim de çok şansımız kalmadı. Gazinolarda daha çok türkücüler iş bulmaya başladı, bir anda parasız kaldık.”
Burada yine araya gireyim ve Kardaşlar döneminin 1975 yılı sonlarında resmen kapandığını söyleyeyim. Arada sessiz geçen iki yıl var. Seyhan Karabay, bu iki yılda müzik çalışmalarını sürdürüyor ama gerçek anlamda yeniden sahnelere dönüşü, 1977 yılı. Bu kez sürpriz bir toplulukla karşımıza çıkıyor. Anlatmaya devam etsin:
“O yıllar Taksim’de bir gece kulübünde çalışıyorum. Kulübün yıldızı, Seyyal Taner. Ben onun öncesinde sahneye çıkarak şarkılarımı söylüyorum. Bir akşam, Seyyal’e gittim ve ‘Birleşelim mi?’ dedim. Aklımda yeni bir grup vardı. Seyyal inanamadı çünkü o zaman Seyhan Karabay’ın ismi Seyyal Taner’den daha büyük… ‘Ciddi mi söylüyorsun?’ dedi. ‘Evet,’ dedim. Çok sevindi. Hızla bir üçlü kurduk: Seyyal – Sedat – Seyhan. Tumbada Sedat Avcı bize eşlik ediyor, sahnede fırtına gibi esiyoruz. Seyyal, bir yandan da başka müzisyenlerle kendi plaklarını yapıyor. İlerleyen yıllarda grubu genişletme teklifiyle geldi. İpucu Beşlisi vardı, Mazhar (Alanson), Fuat (Güner), Özkan (Uğur), Ayhan (Sicimoğlu) ve Galip (Boransü)… Onlarla birleştik, sahneye birlikte çıkmaya başladık. Ankara’da, İstanbul’da konserlerimiz çok ilgi görüyordu. Sahneye renkli giysilerle çıkıyorduk. Pantolonumuzun bir paçası mavi, diğeri yeşil falan... Böyle garip elbiseler. Altı ay kadar birlikte çalıştık. Sonra Mazhar, Fuat ve Özkan kendi yollarında yürümek üzere gruptan ayrıldılar. İyi ki de ayrılmışlar, MFÖ oldular. Biz, Seyyal’le çalışmaya devam ettik ve grubumuzun adını 25. Saat olarak değiştirdik. Birkaç yıl çalıştık ama giderek sıkılmaya başladık. Durmadan grup elemanları değişiyor, arada tatsızlıklar oluyor… Seyyal, bir gece, Ankara’da 25. Saat’e son noktayı koydu. Grubu orada dağıttık. Ben, o tarihten sonra, artık müzik piyasasından tamamen çekilmenin daha doğru olacağına karar verdim ve kendimi tamamen ticarete attım.”
Seyhan Karabay’ın hikâyesi böyle. Az önce, baş rolünü Perihan Savaş’la paylaştığı bir filmden söz ettim, onu biraz açayım… Karabay, sadece müzik yapmadı, o dönem çok popüler olduğu için kimi filmlerde ve fotoromanlarda da oynadı. Gökhan Aya’nın verdiği bilgiye göre 9 film, 17 fotoromanı var. Sanatçının son plağı, 1977 yılında kendi adına yaptığı “Seni Unutamam / Dön Sevgilim”.
‘80’li yılların sonlarına doğru İstanbul’u terk eden, Bodrum’a yerleşen Seyhan Karabay, teknesinde mutluydu. Yazık ki, cuma günü, yakalandığı sarılıktan kurtulamadı ve bizlere veda etti. Bambaşka bir hastalıkla savaştığımız şu günlerde onun da bizi terk edişi, üzücü. Çok uzun zamandır müzik yapmıyordu ama yaptıkları, çok önemli çalışmalar. Yazıya son noktayı koymadan, Arşiv Plak adına hazırlanmış bir Seyhan Karabay derlemesi olduğunu hatırlatayım. Çalışmalarını merak edenler, izini buradan sürebilir. Yazıyı bitirirken, Seyhan Karabay’ın anısı önünde saygıyla eğileyim. Umarım sağlıklı günlere tez zamanda ulaşırız, şu musibet ya da başka hastalıklar yüzünden daha fazla kayıp vermeden bu dönemi atlatırız.