Tarih hızlandı, coğrafya bitti, biz bildiğiniz gibi
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasıyla tarihin sonu gelmişti, şimdi hızlandığı söyleniyor. Bizim buralardaysa saatler bozulmuş gibi. Bir yandan saatler durmuş, bir yandan yarınlar hiç olmayacakmış, bu devran dönmeyecekmiş, bu çark kırılmayacakmış gibi doyasıya bir başıbozukluk egemen. 2002’den bugüne kimler geldi geçti: Acaba bundan yirmibeş yıl sonra Soylu, Akar, Çavuşoğlu, Kalın vb. isimleri anımsayan kalacak mı?
Anayasa hukuku denilen disiplin meğer devlet mühendisliği hatta devlet filozofluğuymuş. Meğer şimdi kendimize sorduğumuz “biz bu çukura nasıl düştük, bu cendereden nasıl çıkarız?” sorularının yanıtları üzerine belki son yarım yüzyıldır zaten yazılmadık hiçbir şey kalmamış. Yani anayasacılık, ne bileyim (küçümsemeden örnek vermek gerekirse) “ticaret kanununda ne yazıyor onu öğrenelim” der gibi “anayasamızda ne yazıyor” gibi, yahut 12 Eylül dayatmasıyla üniversitelere kadar okutulan “İnkılâp Tarihi” garabeti gibi bir hafızlık alıştırması değilmiş. Bu basit, temel, önümde duran ama görmediğim bilgiyi özelde Murat Sevinç hocayı tanımam, genelde son dönemde KHK'lerin değerli hocaları dışarı püskürtmesinin tuhaf biçimde “olumlu” etkisiyle anladım.
Şimdi korona sonrası dünya düzeninin alacağı biçimden, alma potansiyeli olan biçimlerden söz ederken, gözlerimizi kendi göbek deliğimize çevirdiğimizde devletin arızasını gidermek için anayasa ustalarını düşünüyorum. Daha uzun yaşayan, daha az ölen, bebek ölüm oranlarının düştüğü, son bir milyarlık nüfusu ben doğduktan sonra eklenmiş bir yerküre. Küresel örgütlenmede bir iktidar kavgası, tedarik zincirinin kökten dönüşmesi, “stratejik” görülecek alanlarda pahalı ulusal üretimin, düşük maliyetli uluslararası tedarik zincirinin yerini alacağı bir dünya. Buna karşılık, küresel bir düzen kurulmasının da kendini dayatması zorunluluğu ortada. Küresel düzenden kendiliğinden bir uluslararası dayanışma, halkların kardeşliği çıkacağını varsayanlar var. Benim durduğum taraftan ise küreselleşme denilince tektipleşme geliyor ilk akla. Makinalaşmak istemiyorum, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenir filan falan.
Yaşadığımız dönemi (tarih) ve durduğumuz yeri (coğrafya) biricik sanmak gibi bir eğilimimiz de var. Arjantin şunun şurasında bizde modernleşmenin ilk adımını atan yönetici diyebileceğimiz Sultan II. Mahmut’un başa geçtiği, bir başka bakımdan da Osmanlı’nın “sonunun” zaten başladığı yıllarda kurulmuş. Yüz yıl sonra Arjantin’in kişi başına düşen ulusal geliri dünyada onuncu sırada. 1929 Büyük Bunalımı’nın hemen ardından Arjantin’de ilk hükümet darbesi olmuş ve yetmiş yıllık anayasal yönetim kesintiye uğramış. Yine de 1960’ların ortasında dahi Arjantin ekonomik olarak yukarılarda. 1976 askeri darbesinin ardından ise tepetaklak gitmiş. Benzer biçimde dünyanın bizim durduğumuz yere göre öbür ucundaki Meiji (1868-1912) ile II. Abdülhamit (1876-1909) dönemleri de “orada olan neden burada ol(a)madı” yakşaımıyla karşılaştırılabilir.
Primo di Rivera’nın İspanya’da 1923’te darbe yapıp, ülkesine “nizam” getirme girişimi yedi yıl sürmüş, halbuki muhtemelen tam aksine iç savaşı hazırlamış. Bizde cumhuriyetin kuruluşuna denk geliyor. İki dünya savaşında da tarafsız kalan İspanya 1939’dan 1975’e, bugün kabrinden kalkıp Madrid caddelerinde gezmeye kalksa herhalde ceketinin kuyruğuna teneke bağlanacak bir hokkabaza çare bulamamış, Franko eceliyle yatağında ölmüş. Fransa’nın Bloch’un Tuhaf Yenilgi kitabında anlattığı II. Dünya Savaşı’nda Almanlara teslim olması, belki sosyalist ağırlıklı Halkçı Cephe’den kendi içinden ihanetvari bir kurtuluş. Hindiçin’den başlayıp, Cezayir’in bağımsızlığına dek yirmi yıl daha savaşmış Fransa. Almanın hıncını mı çıkarmış acaba? De Gaulle gibi kurtarıcı generale dahi suikast ve darbe girişimlerine varıncaya dek binbir badire atlatmış. Boullin gibi kendi bakanını ortadan kaldırmış.
1920’lerde belki kendimizi İspanya, İtalya, Fransa deneyimleriyle karşılaştırmak mümkünken, 1960’larda artık Mısır, Suriye ve Irak’ın Nasır ve Baas deneyimleri sanki daha öğretici olmuş. Yahut II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren tüm olan biteni Soğuk Savaş arkaplanı önünde değerlendirmek daha anlamlı belki. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasıyla tarihin sonu gelmişti, şimdi hızlandığı söyleniyor. Bizim buralardaysa saatler bozulmuş gibi. Bir yandan saatler durmuş, bir yandan yarınlar hiç olmayacakmış, bu devran dönmeyecekmiş, bu çark kırılmayacakmış gibi doyasıya bir başıbozukluk egemen. 2002’den bugüne kimler geldi geçti: Acaba bundan yirmibeş yıl sonra Soylu, Akar, Çavuşoğlu, Kalın vb. isimleri anımsayan kalacak mı? Baksanıza değil Rivera, Franco, neredeyse De Gaulle silindi gitti, meraklısı, tarihçisi dışında hatırlayan mı kaldı? Macron, Cezayir Savaşı’ndan sonra doğan ilk cumhurbaşkanı sahi, zaman çok şeylerin ilacı tevekkeli.
Bugün Belgrad’dan otomobile binsek, Şam’a dek kabaca 2400 kilometre yolu, diyelim iki sürücüyle bilemediniz yirmi dört saatten biraz fazla zamanda durmadan almamız mümkün. Her iki uçta da, Balkan ellerinde de, Arap şehirlerinde de “bizden” bir şeyler bulmak, bakmayı bilenler için fazlasıyla olası. Bu alanda görmediği cephe kalmayıp, nihayet Bağdat’ta şehit düşen Galatasaray’ın kurucu kadrosundan Kürt Celâl, Ali Sami Yen’e bir mektubunda şöyle yazmış: “Bu Irak, bu kavm-i necip diye meth-i senada bulunduklarını görsen, dünyada bunlar kadar menfur kimseler tasavvur edemezsin”. Aman Davutoğlu’ndan saklayın bu mektubu. Madem öyle boş verelim Belgrad’dan Şam’a gitmeyi, bir öğle vakti Süleymaniye’yi gezip, caminin karşısında meşrebinize ve kesenize göre ya kurufasulye ya döner yiyip, Haliç’e yürüyerek inip, metro köprüsünden karşıya geçip, tersanenin yanından Tepebaşı’na çıkıp Pera Palas’ta çay içelim. Devam edip Taksim’e Maçka Parkı’nın üzerinden teleferiğe binelim, oradan Beşiktaş’a inip, tekrar geri dönelim vapurla Kadıköy’e. Kaç asır, kaç medeniyet geçtik bir günde?
Erdoğan, Akar, Soylu, Kalın, Altun vesaire ve bugün dahi kimsenin adını bilmediği kabine üyelerinden birinden dipnot kabilinden olsun tarihte bir iz kalacak mı? Bir vaşak 75 metreden bir fareyi, bir kartal 3 bin 200 metre uzaktan bir tavşanı ayırt edip, av olarak ona odaklanabiliyormuş. Bizler de kanatlarımızı açıp asırların ve sınırların üzerinden uçtuğumuzda nelere odaklanıyoruz? Yok vaşak, yok kartal. Yahu ben ne anlatıyorum? Burnumuzun ucunu göremiyoruz. Hazal Ocak’a, Berat Albayrak’tan Kanal İstanbul haberi için dava. Fahrettin Altun’un üç kuruşa kiraladığı boğazda evine komşu arazi haberine terör suçlaması. Belediyelere ekmek dağıtma yasağı ve aşevlerine kapatma cezası. Belediye başkanlarına bağış toplamaktan soruşturma. RTÜK’ten ılımlı muhalifliklerine bile tahammül edilemeyen kanallara cezalar ve gözdağı. Af yasasının hali. Her gün suratımıza tükürülüyor bizler de “ya Rabbi buna da şükür” diyoruz, ben de size Pazar yazısı diye zevzeklik ediyorum.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI