Aklımızdaki sorular
İnsanlar için kendini garantiye alma gerekliliği deneyimi bu başımıza gelenler. Vahşi bir hayatta kalma güdüsü. Öyle ki, evden çıkmıyor ama market ne kadar kalabalık olursa olsun giriyor mesela, kör edici. Olabildiğince az kargo kullanmaya çalışan kaç kişi? Bunu samimiyetle düşünen ve uygulayan?
Hepimizin dilinde sürecin en başından beri aynı sorular: Korona virüsü dünyayı, insanları, ekonomiyi nasıl etkileyecek? Kapitalizmin sonu mu? Artık dünyanın gerçek sorunlarıyla ilgilenebilecek miyiz? Daha iyi bir dünyaya mı uyanacağız yoksa daha da kötü mü olacak? Travma mı yaşıyoruz? Atlatabilecek miyiz?
Biri çıkıp şöyle şöyle olacak dese keşke. Ama mümkün değil. Ancak geçmişe ve bugüne bakarak tahminlerde bulunabiliriz.
Salgın Türkiye’ye ilk geldiğinde, yani bundan yaklaşık 1,5 ay önce, bilmediğimiz bir durumla karşılaştığımızda yaşanabilecekleri topyekün yaşadık. Korktuk, panikledik, çokça kaygılandık, hatta tuhaf bir heyecan da vardı. Kötü olmayan tuhaf bir heyecan. Anbean sayıları takip ettik, topluca ses yükselttik, diller sivrildi, sosyal medyada millet birbirini kesti, Instagram’da canlı yayınlar havada uçuştu, ortalık Zoom’layanlardan geçilmedi, işleri düzenlemek için telefonlar susmadı, herkes birbirini aradı kontrol etti, her şeye rağmen evdeki bakliyatlar yedeklendi, yüzlerce soru soruldu, binlerce cevap verildi, evde ekmek yapmalar denendi ve ilk fırtına böylece dindi.
Şimdi kabullenme sürecindeyiz sanırım. Tuhaf bir rehavet bu kez. Evde fırsatı olanlar için daha bir içe dönüş. Düşüncelerin değişmesi ve alışılageldik sınırlarını aşması. Hatta belli belirsiz bir olgunlaşma ve belki yalnızlığı, sessizliği sevmeye başlama, kendine dair keşifler, telefonların sakinleşmesi, günlerin karışması, sosyal medyadan birkaç tık uzaklaşma… Bununla birlikte anksiyetenin artması, fiziki yansımaları, aniden ağlama gelmesi, nefes daralması, sabahları zor uyanma, kas ağrıları, ağır konsantrasyon bozukluğu, dışarıyı yavaş yavaş kafada canlandıramama, zaman yitimi…
Birçok sıfata haiz, fakat benim için öncelikle filozof olan Noam Chomsky, yukarıdaki sorulara şöyle bir cevap veriyor: “Korona virüsünün iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”.
Güzel. Doğru. Peki kötü yanı? Yalnızca ne istediğimiz üzerine düşünmek iyi bir şeylere başlamak için yeterli olacak mı?
Dünya adına kısa vadede umutlu olanlardan değilim sanırım. Bu sürecin sonunda, kapitalizmin darbe alacağını, dayanışmanın artacağını, gezegenin esas sorunları olan iklim, su, tohum vs. krizleri için çalışmaya başlayacağımızı, insanlarla daha derin bağlar geliştireceğimizi falan düşünmüyorum. Umarım yanılırım. Lütfen yanılayım. Düşünmüyorum; çünkü insan unutan bir varlık. İyiyi de kötüyü de hemen unutuyor, alışıyor. Büyük ihtimalle hayat normale döner dönmez hayatın hızına tekrar adapte olacağız ve bugünler giderek “anı”ya dönüşecek. Ah tabii “unutulmaz bir anı”ya dönüşecek. Torunlara falan anlatılacak.
1918’i düşünmeden edemiyorum. Dünya onu da unutmuş. Unuttuğu gibi, salgına ilişkin araştırmalar yapma zahmetine bile katlanmamış. Netflix’te Pandemic diye bir belgesel var; dünyanın uzunca süredir korona virüsü türü bir salgın beklediği detaylı şekilde anlatılıyor. Lakin, aşı araştırmaları yapan bilim insanları, laboratuvarlar, salgın alanında çalışan sağlık şirketleri ve de kişiler ödenek bulmakta zorlanıyor örneğin. İdealist değilsen devam edilecek gibi değil, öyle zorlanıyorlar. Unutmuş çünkü dünya. Birileri hatırlattığında da öncelik vermemişler, ötelemişler, geçiştirmişler, ciddiye almamışlar. Salgın bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi. Tıpkı bugünlerde, hiç de uzak olmayan bir gün suyun biteceğini düşünmediğimiz gibi. Yine güzel söylemiş Chomsky “Dünyanın her yanından laboratuvarlar olası bir korona virüsü salgınına yönelik bir koruma sağlamak için çalışabilirlerdi. Bunu niye yapmadılar? Piyasa göstergeleri yanlıştı. İlaç şirketleri -kaderimizi özel tiranlıklara devrettik- kamuya hesap vermeyen şirketleri ellerinde tuttular. Bu durumda, büyük ilaç şirketleri söz konusu. Onlar için ise yeni vücut kremi yapmak, insanları nihai bir yıkımdan kurtaracak bir aşı bulmaktan daha kazançlıydı.”
Markete gittiğimde (maalesef iki kez karşılaştım bununla) alışveriş arabasının içinde çıkarılıp atılmış eldivenler vardı. O eldivenleri alıp bir yere atmak bana kaldı. Küçük ama korkunç bir bencillik. Ya da mesela yolda sürekli lateks eldiven görüyorum. 2-3 metre ilerideki çöpe atmaya üşenmişler. Bu sürecin içinde bile başkalarını düşünmeyen, her şey normale döndüğünde hiç düşünmez gibi geliyor bana.
İnsanlar için kendini garantiye alma gerekliliği deneyimi bu başımıza gelenler. Vahşi bir hayatta kalma güdüsü. Öyle ki, evden çıkmıyor ama market ne kadar kalabalık olursa olsun giriyor mesela, kör edici. Olabildiğince az kargo kullanmaya çalışan kaç kişi? Bunu samimiyetle düşünen ve uygulayan? Aksine, üst sınıfın kaygısını internetten alışverişle aşmaya çalıştığı konusunda ciddi şüphelerim var. Keşke elimizde veri olsa.
Dolayısıyla, tüm bunlar geçtikten sonra insanların kendini garantiye alma konusunda daha da vahşileşeceğini düşünmeden edemiyorum. Neoliberalizm denen canavar gaz kesmeyecek, salgını bile zar zor ciddiye almış (halen alamayanlar var Trump gibi) ülkelerden insanlık beklemek büyük bir yanılgı olur. Kaynaklar tükendiğinde de işlerin nükleere kadar varabileği bilinen bir gerçek. Mersin’de Akkuyu Santrali yapımına devam ediliyor. Salda’nın hali malum. Bu süreçte bile, düşünsenize. Halk kimsenin umrunda değil. Hâlâ eşini, dostunu, müteahhidini düşünen fırsatçı iktidar, patır patır istediği yasaları geçirdi (istismar hariç, o da pusuda). Bırakın işçinin ahvalini düşünmeyi, “işten çıkarma yasaklandı” örtüsü altında, işverene işçiyi ücretsiz izne çıkarma hakkı verdi. Böylece daha yüksek miktarlı kısa çalışma ödeneğinden mahrum bıraktı, açlık sınırının yarısına, 1170 liraya mahkum etti. Bununla birlikte, her gün çalışmadığı göze batmasın, aman halka temas etmesin diye, çalışan CHP belediyelerini de engelliyor. Akıl tutulması diyorlar ya, tam olarak öyle.
Korktuğumuz daha kötü olasılıklar da var; üreticinin üretim yapamaması, gıda krizinin baş göstermesi, açlık ihtimali ve beraberinde gelecek bir çatışma gibi. Hoş, bence kaos öyle çok da uzak bir şey değil, bana göre kaos işçinin şimdiki isyanı, markette maya bulamamak ya da bir kargo çalışanının tekme tokat dövülmesi. Bunların hepsi oluyor, olmakta.
Bir de Harari’nin verdiği röportajda sözünü ettiği, bu sürecin totaliter rejimlerin gözetleme mekanizmasını güçlendireceği ihtimali var. Kendisi küresel dayanışmanın artması gerekliliğinden bahsediyor. Şeffaflık ve doğru bilginin önemini vurguluyor. Yurttaşın doğru bilgi aldığında “büyük birader”den emir almadan zaten doğru olanı yapacağını belirtiyor. Biliyorsunuz, Sağlık Bakanlığı Hayat Eve Sığar uygulamasını hazırladı. Orada kişisel verilerin kolluk kuvvetleri ve İçişleri Bakanlığı ile paylaşılacağına ilişkin bir madde var. "E uygulamanın özelliği o zaten, hasta insanların takibi” diyebilirsiniz. Evet doğru. Fakat bu bilgileri şu an kendi onayımızla devrettik, izlenme izni verdik. Hukuken bu onayın büyük anlamı var. Amaç dışı kullanmama şartı var elbette. Fakat OHAL sürecini hatırlayın; OHAL’e sebebiyet veren koşullarla sınırlıydı verilecek kararlar. Uyuldu bu sınırlara? Hayır. İzinsiz tapeleri her gün kendileri gibi düşünmeyenler için kullanıyorlar mı? Evet. Biz yine yükleriz o uygulamayı sorun değil. Yurttaş elbette “önce sağlık” der. Ama riski bilelim, farkında olalım. Bunun üzerine düşünelim, düşünecek vaktimiz var ne de olsa.
Bir iç dökme yazısı oldu. Pek de umutlu olmayan olasılıklar üzerinden yürüdük ama bu da düşünmenin-düşündürmenin bir biçimi değil mi Chomsky?
Yine de şu bir gerçek; umut daima var. Dünyayı iyi anlamda bir günde tersine de çevirir insan. Tek yöntemi de “mücadele”. Chomsky’nin de pek sevdiği Foucault’nun ya da Deleuze’ün tabiriyle “direniş”. Ne diyor Deleuze “Karşı bilgi ancak bir direnme eylemine dönüştüğü sürece etkili olabilir”. Mücadeleye devam.