Evde ve tek başına yaşamaya dair…
“Kendimi sorguluyorum, yeniden keşfediyorum.” Sen bilirsin ama büyütme istersen, karantinaya girdiğinde Murat’tın, Rousseau olarak çıkmayacaksın! Ölçülü ol. Kendine, evine, yalnızlığına ve karantinaya ilişkin hiçbir şeyi büyütme, küçümseme, övme, yerin dibine batırma. Neysen osun. “Hayat eve sığdı vallahi.” Sığmaz. Saçmalık bu.
Evde kalabilmenin, evet, yalnızca evde oturabiliyor olmanın büyük şansa dönüştüğü günlerdeyiz. Çıplak gözle göremediğimiz bir virüsün neden olduğu salgın, dünya çapında, yalnızca siyaseti değil, insan davranış ve ilişkilerini de etkiliyor, değiştiriyor, dönüştürüyor ister istemez. Sevdiklerimize sarılamaz hale geldik, ne acayip bir durum! Gerçi çok meraklısı olmayanlar için şikâyet edilecek bir eksiklik değil belki, ama insanın insana ‘dokunamaması’ hakikaten ürkütücü. Hele ki Türkiye gibi her düzeyde sarmaş dolaş ilişkinin lüzumsuz derecede adetten olduğu bir kültürde.
Biz şanslılar karantina koşullarında evlerimizde yaşamaya başladıktan sonra, evde kalabilenlere yönelik bir hareketlenme, dizi-film-kitap önerileri, internet üzerinden sohbetler, dersler, şikâyetler, yakınmalar vs. başladı. Çok da normal tabii. Sosyal medya ve türlü yeni teknoloji, böyle bir durumda çoğumuzdaki yalnızlık duygusunu biraz giderebiliyor demek ki. Eh, aman efendim bu ilişkiler gerçek değilmiş, insani temasın ve muhabbetin yerini tutmazmış vesaire… Doğru doğru olmasına da, belli bir yaşa gelince o temasın da gençken zannedildiği kadar sürdürülebilir olmadığını ve çoğunun fırsatını bulduğunda, hani şu bankacılık işlemlerindeki gibi ‘temassızlık’ tercih ettiğini görüyor, anlıyor insan. Diyeceğim, teknolojinin sağladığı bazı nimetler hiç yoktan iyidir!
Buna mukabil hangi şanslara sahip olunursa olunsun, eğer evde ve özellikle tek başına yaşama deneyimi yoksa kişinin, hakikaten kolay değil böyle zamanları selametle atlatmak. Daha vahim durumda olanları görüp şükretmek mümkünse de, bir aşamadan sonra kötüyü düşünmek daha iyi ve şanslı hissettirmiyor doğrusu.
Bir evde çok zaman geçirmek, tek başına ya da birileriyle, ‘öğrenilen’ bir deneyim. Evinizin büyüklüğü ve özellikleri, tek olup olmamanız, eğer tek değilseniz kişi sayısı, bir hayat arkadaşınızın varlığı ya da yokluğu, çocuk, o çocuk ya da çocukların yaşı ve cinsiyeti, komşularla ilişkinizin düzeyi, muhitinizin nitelikleri vs. evde kalma şartının çok başka şekillerde tecrübe edilmesini sağlayacaktır.
Bana kalırsa evde uzun süre tek başına yaşamanın işkenceye dönüşmemesi, ince ruhlu ve terbiye edilmiş bir ‘zanaatkâr’ duyarlılığıyla davranılmasına bağlı.
Sıkılmamak… Mesele bu. Sıkılmak ya da sıkılmamak, iki farklı kişiliğin, dünya görüşünün ve o âna dek bazı uğraşlar geliştirip geliştirmemiş olmanın sonucu. Benim çok ama çok sıkılan, sürekli sıkılan, sıkılmaktan büyük haz duyan, yaşamı çevresindeki insanlara zindan edercesine sıkılan tanıdıklarım oldu; mutlaka siz de nasiplenmişsinizdir! İnsana kendisini bu ölçüde çaresiz ve kötü hissettirebilen bir ‘kişilik’ herhalde pek nadir bulunur. Ne yapacağınızı, ne söyleyeceğinizi, nasıl davranmanız gerektiğini bilemezsiniz. “Öff çok sıkıldım,” “Ay daraldım, nefes alamıyorum,” “Canım hiçbir şey yapmak istemiyor, hiçbir şey,” “Yine mi film?” “Artık kitap istemiyorum…” Peki şeker kardeşim ne yapabilirim? Pencereden görünen ağaca tırmanmamı ister misin? Amuda mı kalkayım, nefes alabilmen için? Canın hiçbir şey yapmak istemiyorsa yapma, neden beni de bezdirmeye çalışıyorsun, tek başına sıkılmak bu kadar mı zor?! Tahammül edilmez insan türü hakikaten…
Böyle biri için karantina koşulları elbette cehennemden beter ve eğer varsa çevresinde birileri, o talihsizlere üzülmekten başka çare yok. Ola ki tek başınaysa, dokunmayın ve dert etmeyin lütfen, ne yaşarsa yaşasın, çok üzülecek başka şeylere tanık oluyoruz çevremizde! Okuduğunuz yazının konusu, ezelden beri sıkılmış olanlar değil. Ahali içindekiler, çocuklular, çok çocuklular, bebekliler, büyükleriyle aynı evi paylaşanlar da değil. Her biri ayrı ve çok uzun yazıların konusu olabilir. Hele ki bir ya da birden çok çocukla evde kapalı kalan anne babalar! Cümlesine katmerli sabır dilemeli. Zamanında kendilerine, “Kötülüklerle dolu bu dünyaya çocuk getirmek istediğinizden emin misiniz?” sorusunu yönelten çok okumuş ve ziyadesiyle bilmiş arkadaşlarına gösterdikleri tepkinin ölçüsüz olduğunu düşünüyorlar şu anda ama nafile. Netflix’te film seyretmek yerine bez değiştirmeyi tercih ettiler, yapacak bir şey yok! Şimdi uyumadan önce, kalan son güçleriyle bulaşıkları yıkayacaklar!
Konumuz evde ‘yalnız’ olanlar. Okuduğunuz satırların yazarının doktora derecesi aldığı bir alan bu! Fasılalarla çeyrek yüzyıldan fazla evde tek başına, az buz değil. Tabii, amatör köşe yazarlığından önceki mesleğimin akademisyenlik olduğu düşünülürse, tek başına yaşam koşulları konusunda hiç azımsanmaması gereken deneyim sahibi olduğumu kabul etmeniz daha da kolaylaşır. Ne ilgisi var, diyenler olur belki. Malumunuz meslek ve meslek erbabı ister istemez yaşam tarzını belirleyen etmenler. Her ne kadar, örneğin milletvekilleri kadar boş zamanı olmasa da, akademi, insanın kendine ait zamanı daha rahat planlayabildiği bir alan; haliyle bir banka çalışanı, hekim ya da inşaat işçisinden farklı olarak, yaşamı (ve diğer günlük şeyler) üzerinde düşünmek için daha çok zaman kalıyor. Özellikle sosyal bilimciler!
Akademinin konumuz bakımından ikinci önemli niteliği, yine bizim küçük sayılabilecek dünyamızı örnek alırsak, meslektaşlarımızın kahir ekseriyetinin “hiç evlenmemiş, boşanmış ve yakında boşanacaklar” kategorilerinde yar almaları. Hal böyleyken ‘yalnız yaşayanın,’ konforunu hissedip çok şey öğreneceği bir çevreden söz ediyoruz. Kareli ceketleri, incecik bıyıkları ve pembe yanaklarıyla, akademinin ‘1071-5’ kesimine dâhil değilseniz eğer; hemen her gün ve saatte yarenlik edeceğiniz birileri hazırdır çevrenizde ve bu durum yalnız yaşayanlar için bulunmaz bir nimet.
Ezcümle, uzun süre tek başına evde huzur içinde kalabilme kapasitesi, nefes aldığınız sosyal çevrenin nitelikleriyle de ilişkili. Gerisi yeteneğinize, tecrübenize, çabanıza, öğrenme/gelişme isteğinize kalmış. Cinsiyetin çok belirleyici olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Yine de evde tek başına zaman geçirme konusunda kadınlar biraz daha becerikli olabilir.
Evde kalabilmek, öncelikle hayatın her alanında ‘ölçülülük’ ilkesini benimsemiş olmayı gerektiriyor bana kalırsa. Özel ilişkilerde, kamusal ilişkilerde, iş yerinde, sevgili ve eşle, çocukla, aileyle, severken, öfkelenirken vs… Hiçbir zaman feda edilmemesi gereken bir değer, ölçülülük. Kalabalık içinde olabileceği gibi, yalnızken de pervasızlaşıp ölçüsüz bir yalnız olabilir insan ve bu sürdürülebilir bir durum değil!
Buradaki ‘ölçü’ sözcüğünün farklı bağlamları var: Örneğin, özel hayata düşkünlük, ölçülülüğü belirleyen bir talep, istek. Bizde özel hayat ile kişinin özeli hep karıştırılır. Özel hayat, diyelim ki yatak odasıdır, ‘kişinin özeli’ ise en yakınındakinin dahi sızmaması gereken bir ‘yer.’ Bir mekân, bir insan, bir duygu, bir zaman dilimi aracılığıyla dile gelebilir. Kişinin özeli, onun mutlu olduğu, hissettiği andır. Hiç kimseyle paylaşmak zorunda olmadığı, olmayacağı. Kendisinin ve diğerlerinin ‘özel’ alanı konusunda hassas davranma prensibine sahip biri, yalnız yaşama becerisi konusunda elbette daha büyük başarı sergileyebilir. Böyle bir duyguya sahip olunabileceğinin farkına varmış olmanın kendisi, başlı başına bir avantaj. Örneğin, bilmem kaç yıllık eşi için “Vallahi bizim birbirimizden hiç gizli saklımız yok, her şeyimizi biliriz,” diyen biri, yalnız yaşamak konusunda çuvallamaya hazır olmalı. Ayrıca, ne feci bir ifade, öyle değil mi? Neden birbirinizin her şeyini bilmek istersiniz, tövbeler olsun!
Ölçülülüğün bir diğer anlamı, herhangi bir yaşam tercihini abartmamak, övmemek, olduğu gibi kabullenip olağan saymak. İşin asıl zanaat kısmı burada sanırım. Bir ‘yalnız yaşayan,’ yalnızca bir yalnız yaşayandır. Yalnızlık ve şu ya da bu gerekçeyle evde kalma zorunluluğu, olsa olsa evde kalmak anlamına gelir. Başka bir şey değil. Evde tek başına kalan, eğer sağlığını koruyacaksa, evde tek başına olmanın ‘kendisini’ sevmeli. İri sözler sarf etmeden, özel anlamlar yüklemeden, ‘başına gelen’ bir şey olarak algılamadan, yaşamın herhangi bir aşaması olarak görmeli evde tek başına kalmayı. Sükûnetle karşılamalı. Her sevinci ve üzüntüyü nasıl olgunlukla, çığırtkanlık yapmadan karşılamak, buyur etmek gerekiyorsa.
Bir ‘yalnız yaşayan’ diğerlerinden farklı olarak hayatın ufak tefek ayrıntılarından zevk almayı, onlar üzerinde düşünmeyi öğrenmiş olmalı zamanında. Ben yalnız yaşam ustalarıyla da çok zaman geçirdim! İşten çıkıp evine yürürken, yolun sonlarında, yürürken uğradığı marketten aldığı brokoli ile yapacağı salatanın lezzetini düşünen ve bundan mutluluk duyan insan. Salata, yanında balık, televizyonun karşısında… Tanıdığım büyük yalnız yaşam ustalarından biri, öyle güzel anlatırdı ki şu macerayı! İşte mesele bu; başkalarına çok sıkıcı, katlanılmaz gelecek bir akşamı tüm doğallığıyla, yadırgamadan yaşamak.
Evet, bir yalnız yaşayan, kendi yalnızlığı dâhil hiçbir şeyi büyütmemeli. Efendi gibi yaşamalı. Her duygusunu mütemadiyen birileriyle paylaşmak isteyen insan, yalnız yaşam konusunda henüz çırak dahi kabul edilemez, kusura bakmasın!
Yalnız yaşarken bir de eve kapanmak zorunda kalan bir yalnız yaşayan, ancak prensiplerinden asgari tavizle zor günleri de başarıyla atlatabilir. Mesele yine ölçüyü tutturmakta.
Yalnız yaşayan, karşısındakine şu önerilerde bulunabilir, yılların birikimiyle:
“Çok mutluyum, meşgalem var.” Hayır, karantinadaki bir insan mutlu olmaz, yalana gerek yok. İnsanlar ölüyor her gün. Yakınların için endişelisin. Mutsuzsun ve bu son derece normal. Sürekli mutlu olamayız, aptal değiliz. “Her gün bir kitap okuyorum artık, çok iyi geldi.” Yapma. Gerek yok. Layıkıyla okumuyorsun muhtemelen. Madalya vermeyecekler, sakin ol. Rutin değerlidir, bir ömür inşa ettin düzenini, hemen terk etme. “Arkadaşlarım sürekli film öneriyor, belgeseller, konserler…” O kadar şeyle aynı anda ilgilenemezsin. Zaten bir insan her şeyle ilgilenmez. Her şeyi bilmez ve hiç şart değildir. Bugüne dek bazı şeylerle uğraştıysan bunun bir nedeni var. Piyano çalabilecek olsan bu saate dek çalardın zaten, başlamak için iyi bir zaman değil. “Sürekli konferans görüşmeler yapıyoruz, harika.” Değil, zorunluluktan yapıyorsun, kendini kandırma. Bir de sürekli yapma zaten. Yıllardır görmediğin insanlarla ne diye görüşüp duracaksın! “Kendimi sorguluyorum, yeniden keşfediyorum.” Sen bilirsin ama büyütme istersen, karantinaya girdiğinde Murat’tın, Rousseau olarak çıkmayacaksın! Ölçülü ol. Kendine, evine, yalnızlığına ve karantinaya ilişkin hiçbir şeyi büyütme, küçümseme, övme, yerin dibine batırma. Neysen osun. “Hayat eve sığdı vallahi.” Sığmaz. Saçmalık bu. Zorunluluktan çıkmıyorsun dışarı. Ancak ‘eve sığmayacak hayattan’ zevk alan biri, evde yalnız yaşamdan mutluluk duyar. Bunu bütün yalnız yaşam üstatları bilir! Sosyal varlıklarız. Kızdığın insanlara bile ihtiyacın var aslında. Hayatın eve sığmasın, bir süre evde oturacaksın, hepsi bu.
İnsanın kendisini ele güne mahcup etmeden eve kapatabilmesi, yıllar içinde büyük emekle oluşturulmuş yalnız yaşam prensiplerinden ve tabii ölçülülükten ödün vermemekle mümkün ancak…
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI