Meclis öldü, yaşasın ‘rejim’in 23 Nisan’ı
Mesele, arkaik bir ‘eski düzen’ savunmasında, balkonlarda İstiklal Marşı okuyan cumhuriyet yanlısı insanların çokluğundan devşirilecek bir umudun işaretlerinde ‘kurtuluş’ sanmaktadır belki. Türkiye, 40 yıldır yaşadığı çözülmenin önemli bir kavşağında duruyor. Tasfiye edilmiş cumhuriyet, bunu yapan neo-islamcı, ülkücü, Susurlukçu, ama son noktada kesinkes piyasacı ittifakın karşısında, balkonda coşarak geri dönmeyecek bir kabuğa dönüşmüştür artık.
Geçtiğimiz perşembe akşamı, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal koşulların, bunun yarattığı gerçek ve zahiri gerilimlerin; neredeyse teatral bir ışımayla bir arada görünmesini sağlayacak denli ‘verimli’ bir akşamdı. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile mübarek Ramazan’ın ilk sahur gecesi çakışmıştı. Ve bu, replikleri birbiriyle çelişen çok sayıda ‘oyuncu’nun aynı anda görünebileceği; neredeyse birbirinin aynı ritüellerle, örneğin aynı marşları okuyup aynı bayrakları sallayarak birbirinden çok farklı istek ve amaçları temsil edebildikleri, tuhaf, ama günümüz için son derece ‘manalı’ bir sahne yarattı.
O perşembe akşamı, Cumhuriyet rejiminin dört büyük bayramından biri olan 23 Nisan gününün akşamıydı. 1920 Türkiye’sinde, işgale karşı savaşı sevk ve idare edecek birleşik bir siyasal iradeyi temsil etmesinin yanı sıra olası zaferden sonra kurulacak, Türkiye’yi bir tür monarşi ve hilafet devleti olmaktan çıkaracak yeni yönetim sistemi, yani cumhuriyet için de bir ilk adım olarak görülmesi gereken Meclis’in 100. kuruluş yılıydı. Gerçi 1924 Anayasasından başlayarak, 1930’lar ve 40’ların korporatist eğilimleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist batı bloku ile yaşanan bütünleşme ve bunun siyasal-kültürel yapıda yol açtığı deformasyon, 60’lar ve 70’lerde sanayi kapitalizmine geçişin hızlanmasıyla ortaya çıkan sonuçlar ve 12 Eylül darbesiyle başlayan büyük neoliberal dönüşüm; 1920’deki ‘teorik kapsayıcılığı’nın çok ötesinde, egemenlik mekanizmasını, açıkça bir yönetici sınıf lehine düzenlemişti. Ama rejimin ideolojik kabuğunu, 19 Mayıs 1919’u neredeyse bir milat kabul ederek, 23 Nisan ile 29 Ekim duraklarındaki dönüşümleri ve 1923 ile 37 arasındaki reformları merkeze alan bir doktrinasyon belirlemeye devam etti. İlköğretimden askerliğe kadar eğitim de devlet organizasyonu ve söylemi de bu kurucu doktrinin ve kurumlarının belirleyiciliği altında kalmaya devam etti: Sık sık ‘askeri’ kesintilere uğrasa da muhayyel bir ‘milli egemenlik’ simgesi olarak Meclis… Bu Meclis’in şahsında cisimleşen parlamenter demokratik Cumhuriyet… Tarihsel, siyasal, toplumsal, hatta kültürel bir kurucu lider olarak Atatürk… Milliyetçi burjuva cumhuriyetin çerçevesi –ona hâkim olanların siyasal meşrebiyle çeşitli esnemeler gösterse de– geleneksel olarak bunlarla çizilebildi.
Buradaki hızlı çözülme, esasen, 12 Eylül 1980 itibariyle başlar. Ama bizzat 12 Eylülcülüğün menzillerine erişerek bu çözülmeyi tamamına erdiren AKP/Erdoğan rejimi oldu. ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ olarak tanıtılan, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla resmileşen, uygulamada ise son derece merkezi bir esasla, devleti şahsileştiren mevcut başkanlık rejiminin; tartışmalı bir referandum ve sayım sonucunda geçirildiği 2017 yılı bu açıdan bir dönüm noktası olarak görülmeli. Bildiğimiz anlamda cumhuriyetin ideolojik temellerinin yanı sıra, kurumsal altyapısı ve hatta kültürel/simgesel görüngüleriyle de bir hesaplaşma içinde olagelmiş İslamcı-muhafazakâr kadrolar; son ve en kritik yarısı kendi yönetimlerinde yaşanan iktisadi ve toplumsal değişimin de yol açtığı olanaklarla tasfiyeyi gerçekleştirdiler. Fakat bu esnada, aslında iktisadi altyapıdaki dönüşümlerin belirleyiciliği karşısında neo-islamcılar için detaya dönüşen bazı kültürel tözler, hem özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra oluşan yeni ittifak(lar) zeminini korumak, hem de toplumdaki gerilimin bazı sembolik karşılıklarını etkisizleştirmek adına sahiplenildi. ‘Anlı şanlı’ İslamcı kadrolarda birdenbire ortaya çıkan Mustafa Kemal ilgisi ve sevgisi, burjuva milliyetçiliğin en şoven simge ve söylemlerinin derhal iktidar söylemine içerilmesi bunun en dikkat çekici örnekleri oldular.
Buna ilişkin birkaç somut örnek verilecekse TRT dizileriyle başlamalı belki: “Kemal’i Anadolu’ya Padişah Vahdettin gönderdi ama o ihanet etti” söylencesine iman ederek yetişmiş İslamcı kuşakların elindeki devlet televizyonu, Mustafa Kemal’le ilgili kahramanlık dizileri yayınlamaya başladı. Tabii, “İngiliz elçisi tokatlayan Abdülhamit” masallarından da vazgeçmeksizin…
Ya da Gezi direnişi sırasında pek çok göstericinin taşıdığı ve Mustafa Kemal portresiyle ay-yıldızı birlikte gösteren bir bayrak desenine en tepeden gösterilen tepkiyi hatırlamalı… Gezi Parkı’na nihai müdahalenin yapıldığı 16 Haziran 2013 Pazar günü, polis saldırısı altındaki kalabalıklara nazire yaparcasına, Kazlıçeşme’de “Milli İradeye Saygı” mitingi düzenleyen Erdoğan, bu bayrakları kast ederek şöyle demişti: “Biliyorsunuz, Bayrak Yasası'ndaki Türk bayrağının tanımı budur, bunun dışındaki bayraklar Bayrak Yasası'na uygun değildir…” 6 Temmuz 2013’te ise Taksim’de, “kalpaklı Atatürk bayrağı” olarak bilinen bu bayraktan satan işportacı Ali Sarıçiçek, ‘isyana teşvik' suçlamasıyla tutuklanmıştı.
Ne denmek istendiği çok açık olan “iki ayyaş” söylemini takip eden bu gerilimin, iktidar açısından 2013 Türkiye’sinde hala bir ‘karşılığı’ vardı. Ama 7 Haziran 2015 seçim yenilgisiyle başlayıp 15 Temmuz 2016 ile birlikte yeni bir momente kavuşan ‘dönüşüm’, bu gerilimi eski araç ve söylemlerle sürdürülemez hale getirdi. Bunun yerine, “kapsayarak içini boşaltma” diye tanımlayabileceğimiz, söz konusu siyasi geleneğin meşrebiyle son derece uyumlu, pragmatist bir metot öne çıkmaya başladı. En tepede, sadece “Gazi” sıfatıyla anmaktan vazgeçip, daha önce kaçındıkları “Atatürk”ü zikretmeye başladılar. “Azgın azınlık” olarak tabir edilip durmaksızın kavga edilen kesimlerin adı Kemalist, Atatürkçü vs. olmak yerine sadece “Cehapeliler” olarak güncellendi. Vaktiyle yasadışı ilan ettikleri “Atatürklü bayrak” ile didişmek yerine, taban için onun Erdoğanlı versiyonu zuhur etti sembolik Yenikapı mitinglerinde…
Erdoğan ve yönetiminin, Mustafa Kemal ve bazı başka kurucu simgeleri, böyle “kapsaması”, aslında bunların geleneksel olarak temsil ettikleri bir gerilimin kendi lehlerine çözüldüğü yönündeki özgüvenden kaynaklanıyordu. Kırk yıla varan bir dönüşüm sürecinin ardından, Türkiye yönetici sınıflarıyla kol kola tamamına erdirdikleri inşa; artık cumhuriyetsiz bir cumhuriyet, meclissiz bir meclis, hatta Atatürksüz bir Atatürk imgesini sahiplenebilecekleri koşulları yaratmıştı. Bilakis, bütün bunların kendi iktidarları için zararsız birer kabuğa dönüştüğünü bilen bir cesaretle, neredeyse bir sahne performansıyla katıldılar 23 Nisan’ın yüzüncü yılına. Meclis’in kuruluş yıldönümü vesilesiyle kutlanan bir günü, salgın bahanesiyle Meclis’e bile gitmeyip, ama salgına karşı, ‘fiziksel mesafe’ gibi en temel önlemlerin bile ihlal edildiği bir çocuk bayramı müsameresiyle kutlamak, bir tür zafer kutlamasına dönüştü onun için. Zaten aynı gecenin Ramazan başlangıcı olması, bu zaferin teyidi için muazzam bir takvim cilvesiydi. Usulen anılan 23 Nisan meselesinden derhal Ramazan’a geçildi ve ‘balkon seremonisi’ biter bitmez, cami hoparlörleri gürlemeye başladı. Erdoğan ve rejimi, bugün simgesel düzeyde ‘uzlaşmış’ gibi göründüğü ‘kabuk halindeki’ cumhuriyetin sembolizmiyle bile ihtilaflıdır ve bugünkü zahiri resmin bir işlevi kalmadığında, geçen 23 Nisan’da sergilenen müsamere de anlamsızlaşacak, geriye o bile kalmayacaktır. Neo-islamcı rejim, kurulmasına ortak olduğu iktisadi düzenin çıkarları uğruna büründüğü postlardan vazgeçmeye hazır bir ideolojik zırhla kaplıdır bir yandan da…
Burada mesele, Türkiye’nin hâlâ, arkaik bir ‘eski düzen’ savunmasıyla, balkonlarda İstiklal Marşı okuyan cumhuriyet yanlısı insanların çokluğundan devşirilecek bir umudun işaretleriyle ‘kurtarılabileceğini’ sanmaktadır belki. Türkiye, öncesi bir yana, 12 Eylül rejiminden bu yana 40 yıldır yaşadığı çözülmenin önemli bir kavşağında duruyor. Tasfiye edilmiş cumhuriyet, bunu yapan neo-islamcı, ülkücü, Susurlukçu, ama son noktada kesinkes piyasacı ittifakın karşısında, balkonda coşarak geri dönmeyecek bir kabuğa dönüşmüştür artık. Rejimin, kendisinden rahatsız olanları sıkıştırmak istediği yer de bu korunaksız kabuktur. Salgınla birlikte apaçık ortaya çıkan sermaye diktatörlüğünün karşısına, bayrakla, marşla, balkon performansıyla, nostaljiyle çıkmanın nafile olduğunu rejim görüyor; mesele ‘muhaliflerin’ de görmesinde belki.
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI