YAZARLAR

AKP’nin limonla imtihanı

Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere CHP’li belediyeler, bahşeden değil aracılık eden, lütfeden değil hizmet götüren bir belediyecilik anlayışının mümkün olduğunu, bir yıl gibi kısa bir zamanda, üstelik böyle büyük bir felaketle baş etmeye çalışırken gösterebildiler.

Sosyal medyayı çalkalayan haberin başlığı: “İmamoğlu’na limon kumpası”. Yayınlanan video, yerel bir gazetecinin ihracat yasağının ardından mağdur olan çiftçiyle yaptığı röportajın kamera arkasını yansıtıyor. Gazeteci omzunun üzerindeki kamerasıyla çekim yapıp çiftçiye sorularını yöneltirken onları görüntüye alan başka bir kamera daha var. Sonradan bu üçüncü kişinin de ekipten biri olduğunu, röportaj yapılanın ise aslında çiftçi değil, bir mobilya mağazasında müdür ve eski AKP yöneticisi olduğunu öğreniyoruz. Bu videoda gazeteci, “bu konuda Mahmut bey, şunu kesinlikle söyleyebilirim” diye konuşmaya başlayan rol arkadaşının sözünü kesiyor ve “olmadı, Mahmut bey deme ağabey, bunu da diyeceksin ki yandaş stokçulardan aldı” diye replik veriyor. Haber yayınlanabilmiş olsa, Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin dayanışma çağrısına yanıt vererek Mersinli üreticilerin satamadığı 100 ton limonu İstanbul halkına dağıtmak üzere satın alan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin -tıpkı kamu kaynaklarını yandaş müteahhitlere, iş insanlarına aktarmakla suçlanan AKP’li belediyeler gibi- üreticiyi değil, yandaşlarını kayırdığının ispatı olarak kullanılacak. Attığı her adımda Ekrem İmamoğlu’nun açığını arayan AKP’li troller için büyük bir fırsat! Ama öyle olmuyor. Kamera arkasının sosyal medyaya düşmesiyle, söz konusu röportajın bir haber değil, senaryo olduğu açığa çıkıyor.

Burada beni esas ilgilendiren, artık kanıksadığımız yalan haber yayarak yapılan bu tür trollük faaliyetleri değil. Bu habere konu olan “limon”un çağrıştırdıkları. Limon, Türkiye’de seçim kampanyaları tarihinin belki de en başarılı kampanya mesajının baş aktörüydü. Erdal İnönü’nün genel başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin 1987 Genel Seçimleri’nde kullandığı “5 yıl daha bir limon gibi sıkılmaya gücünüz var mı?” sloganı ve bu slogana eşlik eden sıkılmış limon imgesi, yolsuzluk söylentileri, kayırmacılık ve kemer sıkma politikaları altında ezilen seçmen üzerinde kısa sürede büyük etki yaratmıştı. ANAP’ın kampanyası çağ atlamaktan söz ediyor, hiçbir şey yapmasa da gelmekte olan yeni çağı bir seçim vaadi olarak sunuyordu. Turgut Özal, 2000 yılının Türkiye'sini hazırlamak için seçmeninden 5 yıl daha süre istiyor, 2000’lere el ele girmekten söz ediyordu. Buna karşılık, gelir dağılımındaki adaletsizlikten, enflasyondan, orta direğin yok edilmesinden söz eden Erdal İnönü, reklamlarda gençlere, kadınlara, memur, işçi ve emeklilere “Kararlıyız! Nefes aldıracağız!” sloganıyla sesleniyor, “5 yıl daha limon gibi sıkılmamak için sizlerin adına iktidar olacak SHP’ye oy verin” diyordu (1). Kampanyanın gücü o dönemin basınına “Özal’ın keyfine limon sıktılar” yorumuyla yansımıştı. Nitekim 1987 seçimlerinde SHP’nin oyu yüzde 12’den yüzde 24’e çıkarken ANAP yüzde 36’lara kadar gerilemişti.

Ardından, 1989 yılındaki yerel seçimlere ANAP’ın iktidar olduğu siyasi tabloda giren SHP, bir kez daha “limon gibi sıkılmaya hayır” diyerek yüzde 28’lik oy oranına erişmiş, Ankara, İstanbul ve İzmir de dahil olmak üzere 39 ilde belediye başkanlığını kazanmıştı. Bu seçimlerde başbakan Turgut Özal ise tıpkı 23 Haziran’da tekrarlanan seçim öncesi İmamoğlu için “seçilse bile vitrin süsü olarak belediye başkanlığı yapacak” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi, seçmene “Eli kolu bağlı bir belediye başkanı ister misiniz?” diye sesleniyordu.

Bugün ise, tüm elini kolunu bağlama çabalarına rağmen, seçimi kazanan CHP’li belediyelerin 25 yıl boyunca aynı zihniyet tarafından yönetilen Ankara ve İstanbul halkına başka türlü belediyeciliğin mümkün olduğunu gösterdiğine tanık oluyoruz. Günlük hayatın felç olduğu, ekonominin durma noktasına geldiği, pek çok işyerinin kapatıldığı, yüz binlerce insanın bir anda işsiz kaldığı, çok daha fazlasının ne zaman işsiz kalacağını bilemediği İstanbul’un belediye başkanı, iktidarın önüne çıkardığı tüm engellere rağmen dayanışmayı ayakta tutmaya çabalıyor. Yardım toplaması yasaklanan, banka hesaplarına el konulan, ekmek dağıtmasının, halka sağlık hizmeti götürebilmek için sahra hastanesi açmasının önüne geçilen CHP’li belediyeler, bugünlerde bir yolunu bulup ihtiyaç sahiplerine hizmet götürmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyorlar. Üstelik tabana yayılan, çoğu olanın azı olanla bölüşmesine aracılık eden, yani seçmene dokunan bir dayanışma ilişkisi kurarak yürütüyorlar kampanyalarını.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın başlattığı “Bir İftar da Benden” kampanyasına verilen destek, dün itibariyle 400 bine yaklaşmıştı. İzmir Büyükşehir Belediyesi de başlattığı “Biz Varız” kampanyası ile günde 10 bin kişiye yemek dağıtıyor.

CHP’li belediyelerin bu türden dayanışma pratiklerine aracılık etmeleri, yalnızca şu zor günlerde, iktidarın kendi OHAL’lerini ilan etmelerini salık vererek evde bir başına bıraktığı yoksullara, yaşlılara, ihtiyaç sahiplerine yalnız olmadıklarını göstermesi bakımından önem taşımıyor; aynı zamanda yardım alanla yardım vereni kentli yurttaşlar olarak eşitlemeyi başardığı için de dönüştürücü bir potansiyeli var. Şimdiye kadar AKP’li belediyelerin iş çevreleriyle kurdukları ihale karşılığı bağış ilişkisi ile ya da iktidarın önlerine serdiği imkanlar aracılığıyla döndürülen sosyal yardım çarkının seçmenle kurduğu ilişki, yukarıdan aşağı, bahşeden ve buyurgan nitelikteydi. Yerel seçimlerde seçmenin belediye başkanına vereceği destek, yardımların devam etmesi için de bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyordu. Bu zorunluluk ilişkisinin her iki tarafı da, yani yardım için para veren de yardım alan da bu ilişkinin devam edebilmesi için kendisinden bekleneni harfiyen yerine getirmek zorundaydı.

Gönüllülüğün değil, yukarıya bağımlılığın ve talimatın esas olduğu bu “yardımlaşma modeli” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla ilan edilen “biz bize yeteriz” kampanyasında da uygulandı. Kampanyaya Cumhurbaşkanının ardından maaşlarını bağışlayarak katılan milletvekilleri, yöneticiler, siyasetçiler bir yana; aybaşını kıtı kıtına getiren memurlar, öğretmenler, özel sektör ve çalışanları bağış yapmaya ve banka dekontlarını, SMS mesajlarını amirlerine göstermeye zorlandılar. Öyle ki, amirleri bu yöndeki talimatlarını resmi yazışmalarla belgelemekte bir sakınca görmedi. İçişleri Bakanı dahi, kendisine bağlı emniyet teşkilatında zorunlu bağış toplandığı iddiasını “teşkilatın kendi aralarında yaptığı şeyler” diyerek geçiştirdi.

Oysa Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere CHP’li belediyeler, bahşeden değil aracılık eden, lütfeden değil hizmet götüren bir belediyecilik anlayışının mümkün olduğunu, bir yıl gibi kısa bir zamanda, üstelik böyle büyük bir felaketle baş etmeye çalışırken gösterebildiler.

Dahası, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı “Alçakgönüllü bir uygarlığın inşasına çağrı” başlıklı yazı, yalnızca salgının yarattığı ve yaratmaya devam edeceği ekonomik sonuçlarla değil, kendi siyasi kriziyle de baş etme konusunda tıpkı bir dönemin ANAP’ı gibi büyük bir açmaza düşen AKP’nin temsil ettiği siyasete alternatif oluşturabilecek bir siyaset ümidi veriyor. TBMM’nin 100. yılı kutlamasının arifesinde yayınlanan bu yazıda, CHP Genel Başkanı, salgının neo-liberal politikaların yarattığı toplumsal ayrımlar ve eşitsizliklerden beslendiğini tespit etmekle kalmıyor, otoriter rejimlere karşı “dünyanın tüm demokratlarının birleşmesi” ve “sosyal devlet politikalarıyla şekillenecek bir uluslararası dayanışma”nın gerekliliğine değiniyor. Krizin sonuçlarının ağırlıklı olarak yoksulları ve göçmenleri vurduğundan söz ediyor. Neo-liberal popülist yönetim anlayışının tüm finansal hareketliliği kâr şartına bağlayan ve “suya ulaşım, topraklarımızı ekip-biçme, nitelikli barınma, nitelikli eğitim, seyahat, adalete erişim, hesap sorma ve hesap verilmesini bekleme” gibi temel hakları yok sayan siyaset modeline karşı yeni bir uygarlık inşası çağrısı yapıyor. Bunun ise yardımlaşmayı ve hesap verebilirliği önceleyen bir sosyal refah devleti anlayışı ile mümkün olabileceğinden söz ediyor.

1987’nin Turgut Özal tarafından temsil edilen neo-liberal politikaları karşısında yoksul ve ezilen halka “nefes aldıracağız” diyerek seslenen ve “limon gibi sıkılmaya hayır” diyen Erdal İnönü'sü ve SHP’si gibi, bugünün Kılıçdaroğlu ve CHP’si de yeniden “kimsesizlerin kimsesi olma” ümidini canlandırıyor. Ancak bu sefer limon, sadece halkı sıkıp sömüren neo-liberal politikaların simgesi olarak değil, iktidarın ve çevresinde oluşturduğu çıkar ağının içinde bulunduğu çaresizliğin de göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

1- Oya Tokgöz, Seçimler Siyasal Reklamlar ve Siyasal İletişim, İmge Kitabevi Yayınları, 2000: 214-219.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.