Selam vermeyen tanıdık
Belirli bir büyükşehir insanı türü, kesinlikle anlayamadığım nedenlerle, istikrarlı olarak böyle davranıyor. Bazı insanlarla aynı şey defalarca başıma geldi. Sonra oturdum, böyle davrananların ortak yönlerini bulmaya çalıştım; zor olmadı. Bunları ortaya dökmeyeceğim. Sadece şaşırtıcı olan bir çıkarsamayı aktaracağım: Başkalarını umursamaz, saygısız, hoyrat kimseler gibi davranmaları şaşırtıcı kimseler bunlar. Ve bir-iki kişiden ibaret de değiller.
“Selam vermek istemediğini ‘sergileyen’ insan kadar tuhaf görünen pek az şey vardır herhalde.” Murat Sevinç, selam vermeyen komşuları konu ettiği yazısında, bu hükmünü takiben şöyle anlatıyor: “Hâlihazırda yaşadığım sitede de böyle insanlar var. Sanki o gün evlerinden ‘Dur şu insanlığa bir selam vermeyeyim de görsünler günlerini,’ diyerek çıkmış gibi bir halleri oluyor. İşin gülünç yanı, insan zaman içinde ‘baka baka kararıyor.’ ‘Selam alamayan’ apartman sakini bir süre sonra, selam vermeyenden daha önce ve hızlı selam vermemeye çabalıyor! Bende de oldu böyle bir etki. Metrelerce öteden ‘ilgili şahsı’ fark ettiğim anda, gözlerimi telaşla başka bir yere sabitliyorum ki, bu da ona ders olsun!”
Sevinç, kritik ve hayatî sayılması icap eden “komşuluk” konusu -veya meselesi- üzerine yazısında sözü selam verme-vermemeye getiriyor ki, bundan doğal ne olabilir? “Büyükşehir hayatı” ismi takılı bir canavara teslim olmuş süren, başkalarını yok saymayı eksenine oturtmuş yaşantılar, Tanpınar’vârî ifadeyle söyleyecek olursak, bizi “yapıyor”. Yani imal ediyor. Yani çiğnenirse dünyayı yakacakmışçasına, bariz sıradan şirretliğin eşlik ettiği abartılı titizlikle korumaya çalıştığımız “kişiliğimiz”, “prensiplerimiz”, “özelimiz” maalesef “kendi imalatımız” olmadığı gibi, aksine, bütün bunların müsebbibi saydığımız o “büyükşehir hayatı” bizim meydana getirdiğimiz insanlık durumu. Kısaca: Bir ortam yaratıyor, bunun içinde gelip gidiyor, bağırıp çağırıyor, yara yara kendimize yer açıyor, nereden ne apartırız diye bakınmaktan müteşekkil merak dışında etrafı umursamıyoruz, sonra öyle bir ortamda yaşadığımız için ona göre canlılar olarak şekilleniyoruz ve şeklimizi beğenmediğimizde ya da beğenilmediğinde ve beğenmeyene hak vermemek pek zor olduğunda o yarattığımız ortamı bunların karşı konulamayan sebebi gösteriyoruz. Suçsuzluğu ispat için büyük acizliğe sığınıyoruz. Halbuki tek tek hiçbirimiz, tek acizlik belirtisi göstermiş olmayı dahi kendimize yakıştıramıyoruz.
Bu arada birileri de bizi oradan oraya sürüklüyor, bal gibi ite kaka, seçeneksiz bırakarak, istemediğimiz, anlam yükleyemediğimiz, hiç haz vermeyen, hiçbir manevî değer katmayan, insanî kapasitemizi artırmayan, iç âlemimizi zenginleştirmeyen, dünyayla ilişkimizi derinleştirmeyen işlerde çalışmaya zorluyor, sırtımızdan zengin oluyor, lütfedermiş gibi verdikleri paraları türlü yollarla zorla geri alıyor, çıkarları, ihtirasları, hükmetme tutkularını tatmin etmek veya sırf muktedirlik zevki tatma uğruna savaşlar çıkarıp çocuklarımızı öldürtebiliyor… Fakat bunlar ayrı mevzu, şimdilik girmeyelim. Zaten kimse bu mevzulara girmek istemediği için dünyada en zengin 2.150 kişinin elinde birikmiş zenginlik alttaki 4.600.000 kişinin elindekinden fazla. Oysa insanlık, tarihinde ilk defa, üstelik uzun zamandır, elindeki imkânlarla son ferde kadar herkese asgarî geçim, eğitim, beslenme, sağlık koşulları sağlayabilecek halde, gel gör ki, meseleleri bu esas zeminden hareketle ele almayı öneren, buna cesaret eden, üstelik dikkate değer şeyler söyleyenlerin sayısı pek az.
Niye? Verilecek çok cevap var. Değişik düzeylerde, değişik açılardan. Fakat sanırım şunu da söylemek, ilk anda acayip görünse de mümkün: Çünkü komşuluk insan toplumunun esaslı ilişki tarzlarından biri olmaktan çıktı, öncelikle, potansiyel olumsuzluk sınıfından sorunlar arasına geçti. Muhtemel olumlu etken olabileceğine inanç zayıfladığı gibi, olumludan olumsuza bu geçişte nelerin kaybedildiği de üzerinde durulmayan, önemsiz ayrıntı sayıldı. Mecburiyet etkeniyse, reklam ve halkla ilişkiler ürünü modern özgür bireyin nece olduğunu bile anlayamadığı boş laf haline geldi. Murat Sevinç’in güzelce anlattığı üzre, komşu meselesi akla geldiğinde herkesin içinden ilk geçen, komşunun yok sayılabilecek biri olması “ideali”. Dayanışma içinde yaşanacak, kader birliği edilmiş yurttaş-yoldaşlar diye tarif edilebilecek varlık artık ancak masal kahramanı olabilir, belki “dönem” filmlerinde karşımıza çıkabilir. Fantastik ayrıntı olarak. Bugünün hayatında o, fuzulî yükümlülükler, gönül borçları doğurması, özgürlüğümüzden ve tercihlerimizden çalması muhtemel, bizi günün özgür bireyi olmaktan mazallah alıkoyma tehdidi barındıran bir potansiyel dert kaynağı. Telaşa mahal yok; ona göre de siz böylesiniz.
Komşuluk, bırakın gazete yazısını, kalın kalın kitaplarda bile tamamına zor erdirilecek konu. Bu yüzden, en iyisi bir an önce, mevzu ettiği için Murat Sevinç’e teşekkürlerimizi ileterek, şu selam meselesine geçelim.
Ben “selam vermeyen komşu” müessesesinden görece az zarar görüyorum. Daha büyük zararı gördüğüm bir başka kategori var: selam vermeyen tanıdıklar. Kimlere “tanıdık” diyoruz? Herhalde kimsenin itiraz edemeyeceği, en basit tarif şu olsa gerek: tanışmış olduğumuz insanlara. Biriyle herhangi bir vesileyle tanıştıysan, daha sonra ona bir yerde rastladığında selam verirsin. Bunun sorun haline getirilecek, tartışılacak tarafı olabilir mi? Hayır. Ama var.
Böyle çeşitli insanlar var, tanıdığım. Meseleye uyanmadan evvel benim için epey zorluk yaratan. Selam vermek üzere bakıp gülümsemeye hazırlanırken, sana yönelmiş bakışlarını birden başka yere çevirirler. Aynı mekânda bakışların -ister istemez- kırk defa karşılaşırken, ayıp etmeme kaygısıyla her seferinde tekrar tekrar selam vermeye hazırlanır ve aynı yok sayılışla, birden kendini pek mânâsız bulursun.
Belirli bir büyükşehir insanı türü, kesinlikle anlayamadığım nedenlerle, istikrarlı olarak böyle davranıyor. Bazı insanlarla aynı şey defalarca başıma geldi. Sonra oturdum, böyle davrananların ortak yönlerini bulmaya çalıştım; zor olmadı. Bunları ortaya dökmeyeceğim. Sadece şaşırtıcı olan bir çıkarsamayı aktaracağım: Başkalarını umursamaz, saygısız, hoyrat kimseler gibi davranmaları şaşırtıcı kimseler bunlar. Ve bir-iki kişiden ibaret de değiller.
Merakımı katmerlendiren durumsa şu: Bu insanlarla zaman zaman konuşmak durumunda da kalınıyor. Meselâ üç defa yüzyüze gelip şu selam vermeme eylemiyle karşılaştıktan sonra bir seferinde bir şekilde aynı ortama düşüp konuşmak gerekebiliyor, hattâ hal hatır sorulduğu bile olabiliyor. Fakat sonra yeniden karşılaşıldığında yine mâhut eyleme mâruz kalınabiliyor.
Karşılaşılan hadise sayısı, bunun sırf benim başıma gelen bir acayiplik olduğunu ya da bu insanların özel olarak bana gıcıklıktan böyle davrandıklarını düşünmeme engel. Ayrıca zaten dayanamayıp bu lafı birçok yerde açtığımdan başkalarının da başına benzer şeylerin geldiğini biliyorum. Daha büyük tuhaflık ya da daha vahimi, hangisini yeğlerseniz, burada ortaya çıkıyor. Benden başka kimse bunu pek önemsemiyor, benim niye önemsediğimi anlamıyor, olana değil bana hayret ediyor. Yani tanışıldığı halde selamlaşılmamasını, başka gün konuşulmasını, sonra yine selam verilmemesini vs. olağan hadisattan sayıyor.
Birkaç kişinin densizliğinden sözettiğimi düşünsem gazete sütununda böyle bir konuya yer vermeyi meşru sayamazdım. Ancak bahsettiğimin bir büyükşehir “ortam” davranışı olduğundan şüpheleniyorum. Ve nerede “selam” lafı geçse aklıma bu durum geliyor. Zira gözüme bu pek simgesel görünüyor. Şöyle bir ölçütü benimsiyorum: şunun şunun olabildiği yerde… Bu açıdan simgesel görünüyor, tanışıldığı halde selamın reddi. Böyle bir davranışa rastlanabiliyorsa o ortam…
Ve Murat Sevinç’in bahsettiği “selam vermeyen komşu”nun yanına hizaya giriyor, “selam vermeyen tanıdık”. Yoksa bir adım da öne mi çıkıyor? İnancım o ki, azıcık günyüzü gören büyükşehir bireyi, kapitalizmin, tek tek her birimizin pek önemli olduğu ve birbirine ihtiyaç duymadan yaşayabileceği yalanlarına kendini kaptırdı, hattâ ötekilere ne kadar az verirse kendine o kadar çok kalacağı denklemini kendine düstur edindi. Bu işte o kadar ileri gitti ki, verdiğinde zırnık kaybetmeyeceği şeyleri de herkesten esirger oldu.
Asgarî nezaketin yokluğu sadece basit bir “âdâb-ı muaşeret” eksikliği değil. Selam vermeyiş, “bana ilişme”den ibaret olmayan mesajlar taşıyor; başta: “sana ihtiyacım yok”. Gerisi: “gerek duyarsam temas ederim”.
Belki şimdi, sokağa çıkılabilen zamanda rastlaşan herkes birbirine -iki metre mesafeden- seslenmeli: Yok mu sahiden bana ihtiyacın?